27 Nisan 2008 Pazar

Bebeğim Bana -3-

Bana Huzur Dolu Bir İlişki ve Pembe Panjurlu Bir Ev Ver

“Rica ederim. Bir iyilik yap ve sus!”.Aşk, şehvet, sevgi, alışkanlık, saygı ardına büyük bir suskunluk gelir. Ve artık sabretme dönemi başlar.
Büyü bozulmuştur artık.“aslında bir büyü de orta da yoktu”.Alışık olduğu yüz birazdan gelecektir hiç şaşmaz.
Neydi bir arada tutan şey ikimizi/ birleştiren neydi ellerimizi (arka fonda çalmaktadır)
Tek istediği ait olmaktı. Birine, bir yere… Tek istediği sahip olmaktı. Birine, bir yere..
“Delikli boncuk yerde durmaz” derdi annesi. Onu da yerden alacak biri muhakkak olacaktı. “bitli baklanın kör alıcısı olur” derdi babaannesi. Onların düşüncelerinde ve öğrettiklerinde sadece buydu evlilik. Alınmak, seçilmek. Yakalamak geleceğini-daha doğrusu ona gelecek sağlayacak erkeği- ve hiç bırakmamak.
Onu gördü. Karar verdi. Onun geleceği olduğunu gördüğü gün anlamıştı. Ve sıkıca kavradı geleceğini.
Geleceği sürekli terleyen, yağlı bir vücuttu. Ki hala da öyle..
—neden benim oğlumu istiyorsun, neden bir başkası değil de benim oğlum, neden sahip olduklarınla yetinmiyorsun?
“anne doğru söylüyor. Sahip olduklarınla yetinip, alışıp memnun olduğun sürece mutlusundur. Anne değerli incisine kimseyi yakıştıramaz. (ben bu annede oğluna karşı Jocastavari bir sevgi beslediğini düşünüyorum siz ne dersiniz?)
“Ah Jacosta!!! Pedofili eğilimleri gösteren Laius’a neden çocuk verdin ki. Döne dolaşa seni bulacağını biliyordun Jacosta!”
İlk andan itibaren karşılaştırdı durdu onu başkaları ile.(hem de onun yanında)
—hani geçenlerde ziyaretimize gelen liseden sıra arkadaşın ne zarif bir kızdı. Hamarattı da.
—komşu teyzenin kızı serpilmiş, güzelleşmiş.
Söyler de söylerdi. Onun kızı, bunun yeğeni, şunun arkadaşı..
O da hamarat olurdu. Anneden tembihli “kızım beğenilmenin tek yolu girişken olacaksın, yardım edeceksin”
Oldu da. Nerde ise annenin kıçına girecekti.
Dört dönerdi.
Bir davetten önce damlardı evlerine (gelecekte ailesi olacak insanların evine) mutfağa girer bütün hünerlerini gösterirdi. Pastalar, kekler, yemekler. Ailenin ortamına girebilmek için elinden geleni yapardı. Hiçbir özel günü kaçırmazdı. Doğum günleri, anneler günü. Özenle not ederdi günlerini minik beynine, gelecekteki ailesinin özel günlerini.
“Annenin de hayalleri vardı. Ama hayallerinin hiç birinde sen yoktun canım.
Aslında annede ufak bir terk edilme korkusu hissediyorum. Karnında taşıdığı, hastalandığında başucundan ayrılmadığı, elinden tutup okula götürdüğü, gelmesini pencerelerde beklediği oğulcuğu. Minik pipili yavrucuğu. Ne zaman büyüdü de kendi ailesini kurmak istiyor? Kendini folluktan dışarı atmaya çalışıyor. O kız minik civcivine tuzak kurmuş, dışarı çıksın istiyor. Kafasını gagala hemen!”
Gagaladı da.
Onların mutfağına ne hakla girer!
Ne hakla minik bebeğinin tohumunu o çorak toprağına ekmek ister!
Evet, herkes konuşur kendi aralarında. O susar, gözleri bardaklarda, fincanlardadır.
—Bitse de yenilesem çaylarını
Yeniledi de. Çünkü bulunduğu konumu, elinde tutmaya çalıştığı geleceğini korumakta kararlı idi. Sinirlendi, sinirden dişleri takırdadı ama sıktı kendini hep sıktı. Hep yapmacık oldu. Sahte bir gülüş kondurdu yüzüne ve daha sıkı sarıldı.
İtildiği köşeden arada bir çıkar, gözlerini bardaklardan ve tabaklardan kaldırır, dinler ve onaylardı kafası ile.
Ama sadece mücadelesi orda değildi. Geleceği her an o çok övülen kızlardan birini seçebilirdi.
“Burada minik bir konuya değinelim. Normalde doğada da işler pek böyle değildir. Dişi seçer, erkek döller. Fakat erkek seçilmek için didinir. Bir dişi için birbirlerini öldüresiye yaralayan erkekleri gördünüz mü? Mağrur kazanan. Boynu büyük ayrılan, her tarafı kanayan kaybeden. Ama günün birinde o kazanan da kaybeden durumuna düşebiliyor. Neyse biz geri örneğimize dönelim.”
Evet, geleceği her an ellerinden kayıp gidebilir yıldız gibi. Kuyruğundan tut kız!
Hayır, o kuyruğundan tutmadı. Ellerinden tuttu. Çevredeki kızlara “o, benim yan gözle bakmayım, gözlerinizi oyarım” mesajı veren bakışlarla. Mümkün olduğu kadar geleceğine boş vakit bırakmak istemedi. Her an, her yerde yanında çünkü geleceği yalnız kalırsa karşısına her an onu elinden alacak bir kız çıkabilirdi karşısına. O kız belki de annenin de hoşuna gidebilirdi. Büyük tehlike!
Dışarıda hayat gürül gürül akmaktadır. Ama bizim örneğimizin sadece bir dünyası var o da geleceği. Sadece ondan bahseder, sadece onu düşündüğü anda mutlu olur.( burada belirtme gereği duyuyorum aslında onu mutlu eden evleneceğini düşünmesi, onunla bir aile olup kendi yuvalarını kurmaları, geleceği ona sahip çıkacak ve bir Evi olacak)
“ilginçtir ki kadınlar yerleşik hayatı tercih ederler, hayallerinin odağında hep bir ev vardır. Çünkü kendini güvende hissedebileceği ve sözünün geçebileceği tek yer kendine ait olan evdir. Ve o evi ona geleceği hazırlayacaktır”
Tüm olumsuzluklara rağmen, dışarıda tehlike olan diğer kadınlara ve evde oğlunu yere göğe sığdıramayan Jacosta’ ye rağmen onunla bir bütün olmayı başardı. İki bacağının arasındaki çorak toprağa spermlerini serpecek olan kişiyi kapabildi.
“ne kötüdür tüm dikkatini, enerjini bir noktaya sabitlemek! Ne kötüdür o hedefine vardıktan sonra hayatına anlam geleceğini düşünmek!”
Vardın hedefine! Kim tutar seni! Ol evinin kraliçesi!
“hedefe vardıktan sonra geriye hiç bir şey kalmadı”
Ve gün geçtikçe birbiri ardına geçen, anılmaya bile gerek duyulmayacak günler birbirini kovalamaya başlayınca, artık o eve sığmamaya başlayınca mutsuzluk sağanak gibi yağmaya başladı üzerine.
Saygı…
Suskunluk.
Sabretmek…
—bir çocuğum olmalı.
“Rica ederim, bir iyilik yap ve sus artık”

26 Nisan 2008 Cumartesi

Işınlar mısın Beni Scotty?!

Çocukluk dönemimde “yıldız savaşları”, “uzay yolu” gibi filmler vardı. Her birini kaç kere seyrettiğimi bilmiyorum bile. “dünyayı kurtaran adam” filmini bile belki onlarca kez seyretmişimdir. Motosiklet kaskı ve başka filmlerden kesilip alınmış sahneler..

Ama tüm bu filmlerde beni en çok şaşırtan şey bileklerindeki telefon-saatlerdi. Görüntülü Uhura ile konuşmaları idi. O dönemlerde olabilirliğine inanmam cep telefonunun kullanımı ve yaygınlaşmasına şaşırmama yol açtı.-zaten bilimkurgu okuru olarak beni şaşırtacak bir keşifin olabileceğini de düşünmüyorum-

-ışınla bizi (saatteki Scotty'e söylüyor)

Hoop Mr Spack ve Kaptan Kirk önce bozuk karıncalı tv görüntüsüne dönüşüyorlar sonra gemide geri bedenleniveriyorlar.

Şimdilerde kullandığımız cep telefonlarını Kaptan Kirk görse hayranlıkla seyreder “vayy be”der. “25.yy da bile böylesi yok” der gevrek gevrek.

Cep telefonu hayatımızı kolaylaştırdı. Buna amenna.. istediğimiz yerde, istediğimiz anda ve istediğimiz kişi ile hanek yapabiliyoruz. Cep telefonu ile müzik dinleyebiliyoruz. Radyo dinleyip televizyon seyredebiliyoruz. Cep telefonu ile fotograf çekebiliyoruz ve artık karşıdaki kişi ile karşılıklı görüntülü olarak konuşabiliyoruz.

Ve her güzel şeyin kötü olan tarafları da var..

Heryer demiştim evet her yer herkesin kişisel telefon kulubesi gibi. Dolmuşlarda, cafelerde, işyerinde, hemen yan bankta.. evde yapacağı dolmanı ayrıntısından tut, karşı komşu Feride’ nin giydiği eteğin nerden alınmış olabileceğine dair dedikodulara, aile problemlerinden tut, işyerinde yaşadığı günün detaylarına kadar her şeyi dinlemek zorunda kalıyoruz.

Beni en çok sinir eden konulardan biridir bu. hiç tanımadığım insanların kendilerini dikkatimin tam odağına yerleştirmeleri. Bu karşıdaki insanı sahiplenmektir mülk etme isteğidir. Beyninin içine girmek orda yer edinmek, algılarının içine kendini sokuşturmaktır.

Burada bir ek bilgi: hafızam oldukça iyidir. İnce ayrıntılara kadar her şeyi hatırlamak gibi bir problemim var. Yoksa insanlarla bir problemim asla olmaz. Sadece hiç tanımadığım bir insanın eşine telefonda “domates soslu makarna ve yanına cacık yap” demesini dinlemek ve gece geç vakitte “acaba sos acı mıydı” diye düşünmek istemiyorum.

Şimdilerde ışınlanma konusunu derin derin düşünür oldum ve korkar oldum. Birden sittin sene önce ilişkiyi kestiğin bir tanıdığın seni göresi tutar ve sen tam tuvalette iken yanı başında bitiverir.
Çok korkuyorum çokk!

bu arada aklıma takıldı. Kaptan Kirk 'ün emredici tarzda "ışınla bizi" demesi kötü. Biraz daha kibar sorabilir mesela:

-Scottyciğim lütfen sana zahmet olacak ama bizi ışınlayıverir misin?

böylesi bence daha iyi.

Yalakalığın Deneysel Olarak İncelenmesi

Bazı varlıkların kendileri olabilmeleri için mütemadiyen yapmaları gereken görevleridir.
Bu varlıklar asla kendileri değillerdir.an itibarı ile temizledikleri kıçın bayrağını sallarlar. Ve tutumlarını o kıça göre belirlerler. Gerektiğinde clubber, gerektiğinde statükocu, gerektiğinde sosyalist, gerektiğinde kafatasçı ve gerektiğinde reklamcıdırlar. Savundukları kıç ne ise o’durlar.kıçın konuşmasına bile gerek yoktur çoğu zaman tat alma duyuları o kadar gelişmiştir ki ikinci yalamalarında ne olmaları gerektiğini bilirler.
Aslında bu onların hayata karşı tutumlarıdır.yalayacak bir kıç olmasa varoluşlarına anlam veremezler.
Entelektuel altyapı sahibi değillerdir. Fakat pratik bir zekaları olduğu bilim çevrelerince kabul edilir. Çünkü hayatlarını idame ettirebilmek için bulundukları ve gireceği her ortama çok çabuk adapte olmak zorundadırlar.
Söylemleri tutarlı değildir. Bulundukları konum itibari ile tutarlı olmaları da mümkün değildir zaten.sıkça kendilerini inkar ederler .kıçın isteklerine tabidirler .sürekli “ bir yerlere gelme” kaygısı taşıdıklarıiçin kıçtan kıça dolaşır dururlar.
Kendilerinden hoşnut değillerdir. Ruhlarını ve bedenlerini sabip/sahibe olarak kabul ettikleri kıça ve o kıçın gösterdiklerine satarlar.
“icraatleri dillerindedir” bu yüzden dillerini iyi kullanırlar. Zaten kıçta onları bu yüzden kendi ortamına takdim eder. Bilindiği üzere kıç birikimini üfürerek ya da dışkı halinde sunar ve karşısındaki insanı rahatsız eder. Ve kıç birikimini sunduğu anda devreye kıç yalayıcısı girer kıçı ve birikimi temizler ve başkalarına en az rahatsız edici hale getirir. Ve ilerleyen dönemde bu yalayıcıların ağzından çıkan her kelime de diğer insanlara rahatsızlık vermeye başlar.
Bilim çevrelerinde bu varlıkların neden bu misyonu üstlendiğine dair belirli bir sebep bulunmamakla birlikte aile ve okul çevrelerinde yaptıkları her yalakalık ve kendi türüne yaptığı her ihanet( öğretmene ispiyon gibi diğer çocukları ailelerine şikayet etmek gibi) ödüllendirilmiş oldukları düşünülmektedir.
Gönüllü denek kıç yalayıcılarının üstünde yapılan deneylerde beyinlerine yapılan stereotastik taramalarda bu yalayıcıların sinir hücresel alt şebekelerinin aradijitasyonunda sapmalar olduğu gözlemlenmiştir.
Gönüllü denekler 28 santigrad derecede limon suyuna yatılırıp üzerlerine bolca zeytinyağı dökülüp kuluçkaya yatırıldılar. Ardından yapılan analizlerde sağ yarım kürelerinde büzüşme olduğunu gösterdi.
Daha sonra oda sıcaklığı 45 derece de sabit kılınması için 4 adet kettle bulunan oda da bekletildiler ve aynı anda -anne karınında 15 gün daha dursa tamamen kıç olarak doğabilecek- potansiyel kıçlar gösterildi ön reticularis thalami pars lateralis nucleus larında soluklaşma görüldü.ve bu soluklaşmayla dillerini dışarı doğru bilinçsizce çıkardıkları gözlemlendi.
Bu varlıklarda boyun eğmecilik gelişmiştir. Çünkü başkalarına yönelik büyük beklentilerinin bir sonucu olarak yalamalık kıç sahiplerinde düşmanlık uyandırmayı göze alamazlar. çünkü kendilerinin insan olma imajını korumaları gerekmektedir.kısmen kendi bilinçsiz asalaklık eğilimleri kısmen bu boyun eğici tutumlarının kısmende yaşamlarını oturttukları bu aldatmaca hayatları nedeniyle kendilerini küçümseme eğilimindedirler. Bu yüzden en büyük korkuları başkaları tarafından küçümsenmektir.
Bu kıç yalama gibi mazoşistik arayışlarının altında kendini unutma ve kendi benliklerinden kurtulma isteği yatar.

Zubrowski,p : kıç yalayıcıları üzerine bir teorem
Chicoulatai ,m & lorelai s : psikoanalizde kıç yalayıcıları üzerine çalışmalar
Ustasov, u : zeytinyağında kalan kıçyalayıcısı üzerinde deneyler
Maotzk, k : kıçyalayıcılarına sifon takılmalı mı sorunsalı

"bu yazımı daha önce hesabımla birlikte silinmeden önce ekşi sözlükte yazmıştım."

Merakımı kaybettim, hükümsüzdür

“büyürken hayallerim küçüldüğünden mi” yoksa “alışmaktan mı” bilemiyorum ama artık hiçbir şeye şaşırmıyorum. Şaşıramıyorum…Hiçbir şey beni meraklandırmıyor.. Yeni doğmuş bebeklerin, her farklı seste şaşkınlıkla kafasını o yöne çevirmesine ve o merakla açılmış kocaman kocaman gözlerine imreniyorum.
Her şey öyle bildik her şey öyle tanıdık ki..
Yarın için plan yapmaya bile gerek yok.. önümüzdeki haftanın ya da önümüzdeki ayın hatta biraz zorlasam gelecek yıl neler olacağını tahmin edebiliyorum.
Adamın birini dışarıda “miyavlarken” görsem büyük bir ihtimalle bilmem hangi ülkenin dağlık bir bölgesinin lehçesi diye düşünürüm.. garipsemem..
Kadının birini yol ortasında “nutella” yı eline yüzüne sürerken görsem, çikolatanın spf sinin ne olabileceğini düşünürüm bir anlık. Sonra unutur, yoluma devam ederim.
Saçlarını topuz yapıp üstüne örtü takanlara da -o sivri kafalı uzaylı gibi görünüş- son beş yılda o kadar alıştım ki, gerçek bir uzaylı görsem “tamam gelecek yıllarda da kamudasınız merak etmeyin” derim.
Sakallı, takkeli, cepkenli giyinenlere öyle bir alıştım ki evdeki 60 mumluk ampul bozulursa ve o ampulü değiştirirken ovalarsam ve hasbelkader bana “üç dilek”soracak bir ampul cini çıksa hiç yadırgamadan “merak etmeyin, isteyebileceğiniz her yasal değişiklik gelecek yıllardaki planlarda” derim.
Görüntülere alıştırılıyoruz.
Değişikliklere alıştırılıyoruz.
Ve bunun adının özgürlük olduğuna inandırılıyoruz.
İçerde kalmak..
Dışarıda bırakılmak…
Aynı..

Dünyanın Değişmesi Üzerine Pesimist Bir Yaklaşım

Dünyada şu an 6 milyar küsür insan yaşamakta. Ve maalesef küresel ısınmayı durdurmanın yolu yok. Öngörülenler, bundan yüzyıl evvel kehanet gibi düşünülen her şey önümüzdeki elli yıl içinde daha belirginleşecek.
İyi şeyler söylemek isterdim ama şuan itibarı ile yavaşlatılabilir fakat durdurulamaz.
İsa’ nın yeniden yorumlanması neyi değiştirecek ki..
Ya da kimyanın mutfağa girmesi.. kimya zaten mutfakta hormonlu yiyeceklerle..
Önümüdeki elli yıl içinde zeka ortalamasında büyük bir düşüş gözlemlenecek.
Nedeni : yıllardır kullanılan ilaçlar. Depresyon ilaçları, yatıştırıcılar, uyku hapları, alkol bazlı ilaçlar, morfin bazlı ilaçlar vesaire. Bu ilaçların hiç prospektusünü okudunuz mu?
Yüzde kaçı emiliyor ve yüzde kaçı vücuttan atılıyor.
En iyi rakamlarla % 40 lık bir kısmı vücuttan atılır bu ilaçların .. ve doğaya karışır. İçtiğimiz su, yediklerimiz…
Önümüzdeki yıllarda fetal alkol sendromu gibi daha anne karnında bağımlı bebekler dünyaya gelecek.

Gönül ister ki olmasın ama bazen insan geri dönemeyeceği yola kendi girer.
Durdurulması mümkün değil..
Şirketler insanları kandırmayacakmış.. şirketler kandırmıyor ki.. insanlar inanmak, kanmak istiyorlar..
Sade bir yaşam tarzı benimsenip , lüks tüketim engellenecek. Mümkün değil. İnsanın en büyük hatası olan kendini evrenin merkezi görmesi, kendini değerli görmesi ve her şeyin kendi için olduğunu düşünmesi ve de kendini her şeyin en iyisine layık görmesi getirdi bizleri bu günlere.
Buna minik bir örnek: bir zombi filminde bir ısırık ile virüsün kendine bulaşacağını bildiği halde o zombileri dövüştürüp ya da alt tabakadan sağlıklı birini zombi ile dövüştürmesi ve bahise girilmesi..
İnsanoğlu böyle işte..
Sigara ve obeziteye savaş açılacak.. açılsın..
İyi sağlık zorunlu olacakmış..
Sağlıksız olanlar öldürülecek mi?
Sağlıksız doğanlar bu zorunluluğu yerine getiremeyeceği için doğar doğmaz öldürülecek mi?
Köktendincilik tersine çevirilemez..mümkün değil..
Senaryolar film yıldızlarından önemli olacak.. bu neyi sağlayacak ?
Herkes kendi işini kendi yapacak. Bu da mümkün değil. Sınıflar ortadan kalkmadıkça.. birilerinin yaşayabilmesi için bir başkasının hizmetinde çalışma gerekliliği sona ermedikçe.. çalışmak para için değil de sadece hobi olarak yapıldığı günler gelmeden mümkün değil.

Doğanın kirlenmesinin önüne ne geçebilir? Ya da zaten çoktan kirlenmiş olan nasıl temizlenebilir?
Artık sadece doğa bulunduğu şekli ile muhafaza edilebilir.. çoktan kirlenmiş olan temizlenemez. Sadece “o son” geciktirilir.

Cam şişenin doğada 4000 yıl,Plastiğin 1000 yıl,kola kutusunun 20-100 yıl, Sigara filtresinin 5 yıl kaldığı bilinen bir gerçek.. ya tıbbi atıklar.
İnsan hiçbir şey yapmasa bile ağaçlara kalp kazır içine adını yazar.
Dünyada sadece zevk olsun diye spor adı altında canlı öldüren gene insandır.
Doğada hiçbir varlık insan hariç, tehlikede olmadan, yemek amacı dışında başka bir canlıyı öldürmez. Bir piton bir fareyi yuttuğunda başka bir av için tam bir ay bekler.

Bu yok etme arzusu ile insan soyunun sonunu da, doğanın sonunu da kendi hazırladı.

Nükleer denemeler, yeni silahlar, biyolojik silahlar nerelerde deneniyor? üçüncü dünya ülkelerinde elbette. üçüncü dünya ülkelerini kimyasal atıkları için çöp, deney yapmak için büyücek bir laboratuar olarak kullanmaktan vazgeçilmediği sürece hiç bir değişim yaşanmaz.

Ama....

Acaba diyorum....

Dünyadaki herkes aynı anda yellense sera etkisi yaratıp dünya üçüncü bir buzul çağına girer mi?
Belki bu bir çözümdür..

Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi

Son dönemlerde cankuşların birbirine kullandıkları bir cümle beni sinire gark ediyor.

Sen nasıl bir şeysin!

Değişik kullanılma şekilleri mevcut:
-sen ne tatlı bişisin ( bir şeysin demek istiyor)
-sen ne güzel bi şeysin (bir)
-sen ne hoş bişisin

Örnekler çoğaltılabilir formül şu :
Sen+…………..+ bir şeysin, bişisin, bi şeysin

Noktalı yerler istenildiği şekilde doldurulabilir.

Buna benzer cümleleri okuduğumda, duyduğumda tüylerim ürperiyor. Sinir katsayım bir şey- bişi- bi şey oranında artıyor.

Şey nedir ? ismi akla gelmeyen bir nesne yerine kullanılan, kendi başına bir anlamı olmayan kelime..
Sıklıkla cinsel organ isimlerini söyleme özürlü insanların cinsel organ isimleri yerine kullandığı kelime..

Şimdi bu cümleyi söyleyen cankuş arkadaşına sen ….. bir nesnesin mi diyor?
Yoksa
Sen…………..bir cinsel organsın (herhangi biri) mı diyor?

Ya cankuşlar söyleyin ya : siz nasıl bir şeysiniz?

Şeyini şey ettiğimin şeyi…. Ben bu şeyi başka şeyde duymadım. Şey,şey,ney,tey tey..

Çok sinirlendim

Dispersus' un Evrak-i Metrukesi -1-

Odaya süzülen güneş ışığı yatağı yararak geçiyor ve az önce ölü olan beni yüzümü oyarak uyandırıyor. Tanımlayamadığım ve kontrol altına alabileceğimi sanmadığım bir sürü duygu gün ışığı ile birlikte gözlerimden beynime doluşuyor. Uzun süre çevremi seyrediyorum. Nerde olduğumu anlamaya çalışıyorum. Ta ki odadaki her şey, ahşap mobilyadaki damarlar, tavandaki izler tanıdık gelmeye başlayana kadar. Gözlerimi kapatınca krokisini çizebileciğimi anlayınca artık çıkıyorum yataktan. Yatak çıkmamla birlikte soğuyor… yatağın dışındaki soğuk beni ısırıyor tekrar yatağa girmeye çalışıyorum.. ama hoş geldin sıcaklığı yerini defol diyen soğukluğuna bırakmış bile çoktan. Yatağım tarafından odadan kovuluyorum.
Perdeler kapalı olduğu için güneşin henüz tecavüz etmediği salona geçiyorum. Sinmiş sigara kokusu görünmez, dostane bir duvar gibi çarpıyor. İşte o an bir sigara yakıyorum. Koltukta geriye yaslanıp ağzımdaki dumanı daire şeklinde çıkarmaya çalışıyorum. Zihnimde hala her şey bulanık . gözlerimi kapatıyorum ve beynime birbiri ile alakasız görüntüler doluşuyor. Ve beynimde çınlayan birkaç cümle sanırım bir şiirin parçası ama ne şairi aklımda ne de kalan kısmı
ve her şey hızla yetişti
sonra sarı bir günün kahverengi yarınına
ve her şey dönüştü işte
kahverengi bir çarşambadan sapsarı bir cumartesiye

İçimde ruhumun büküldüğünü hissetmeye başlıyorum. Görmediğim bir el boğazımı sıkmaya başlıyor ve sanki az önce birini kaybetmişim gibi-ki hiçbir kayıbın bu acıyı veremeyeceğini de için için biliyorum- Dolaba koşup hapları alıyorum –sarıdan 1 tane beyazdan 2 tane pembe yarım –tüm içsem ölür müyüm?-

Nerdeyim
Kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim
Para bozduranların az çok bildiği
Adres soranların gene bildiği
Bir sokakta bir aşağı bir yukarı
Saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
Amansız bir güceniğim

İlk yarım saat kendi kuyruğumda dönensemde daha sonrasında beni bekleyen refah ve güven hissi, kendini ait olduğun yere ait olduğun insanlara dönmüşsün gibi hissetmek aşırı mutlu ve zinde hissetmeyle birleşir ve yarım saat öncesinin nahoş duyguları yerini suni bir keyife bırakır. Bir ibadet gibi hergün ve gene tıpkı bir ibadet gibi belirlenmiş zamanlarda tekrarlanır.
-antidepresanınız varsa alayım. Teşekkürler .

Değişken renklerde ve ebatlarda bu sevimli kutular çoğumuzun sığınağı,camisi, sinagogu, kilisesi, pagodası ..ve bu minik renkli haplar bize geçici vicdan rahatlığı, mutluluk veriyor.
Oral yoldan alınan sükunet ve huzur. Likit veya tablet İsa, Muhammed ,Musa veya Budha
Hergün belirli saatlerde tekrarladığımız bu ayin ile korku ve endişelerimiz kasırgadaki toz gibi savruluyor.

Aynaya bakıyorum. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçiriyorum. Gördüğüm şey ben değilim. Aynanın öte tarafı da alice ‘in aynalar diyarı değil. Gördüğüm şey sadece korku, endişe ve birazda boşvermişlik. Aynada hareket eden yansımaya sakin ve güçlü gibi görünmeyi öğretiyorum ve onu yeni güne, cehennemin tatmak zorunda kalabileceği hertürlü çeşnisi için hazırlıyorum. Saçlarımı tarıyorum. Islatıyorum gene tarıyorum çünkü hala ordan buradan çıkıyor. Üstümü düzeltiyorum. Günlük şeyler işte… her günkü sabah-düşünmeden-düzeltme ritueli.
Az önce aldığım minik İsalar etkisini göstermeye başladı. Cebren ve hile ile zoraki dürtülerek üretilen mutluluk hormonu beynimin kıvrımlarında kırmızı başlıklı kız edası ile dolaşmaya başladı.
Yüzüme sahte bir gülücük kondurup dışarı atıyorum kendimi. Normalim … diğerleri gibi… senin gibi….
Kapıyı iyice kapadım
-kapadım mı , evet kapadım-

Aptallığın Kerestolojisi



İçimde bir embesil var. Onun hatalarından ders almalıyım. Paul Valery

“aptallar köyü” diye bilinen bir köyde kaynana gelinine bir avuç ceviz getirmesini istemiş. Cevizler bir küpün içindeymiş. Küpleri bilirsiniz ucu dar gövdesi geniş olur. Gelin elini sokmuş küpe bir avuç ceviz almış ve elini çıkarmak istemiş. Fakat avucu dolu olduğu için dar ağızdan çıkaramamış elini. Ağlamaya başlamış.. kaynanası gelmiş o da çare bulamamış. Gelinin elini çıkaramamışlar.. kayınbaba, komşular.. derken köyün sözü geçenleri gelmiş. Çare aramışlar. Ve e sonunda gelinin kolunu kurtarabilmek için elini bilekten kesmişler.

aptallığa örnek olarak anlatılan bir hikayedir bu..

ama aptallık nedir?

Aptallık sıkça zeka donukluğu ile karıştırılan bir durumdur. Düşünme, karar verme, algılama gibi yetilere sahip olmayanlar ile karıştırılır. Ne kadar yanlış…

Aptallar aslında bütün bu yetilere sahiptirler. Sadece toplumda “doğru” olarak karar verilen ve uygulanagelen davranışları göstermezler. Tıpkı yukardaki hikayede olduğu gibi.

Hikayedeki gelinin elini o küpten kurtarmasının bir çok yolu vardır :
-gelin avcunu boşaltır
-küpü kırabilirler
-el kesilir

Amaç elin çıkarılması, bunu idrak etmişler. Ve yollardan birini seçmişler. İşte aptal olarak tanımlanmaları burada başlar. Seçtikleri yol.. normal sayılan insanlardan farklı yolu seçmeleri.

İnsanlar taklitle ve bir önceki tecrübelerle hareket ederler.
Ateş yakar elini uzatma gibi…

Normal insan davranışına bu tecrübeler yön verir. Ama aptal olarak adlandırılan kişi felaketi yaşayarak tecrübe eder. Onlar için hayatta her şey olanaklıdır. Yakmayan ateş de vardır belki ..kim bilir ? denemeden bilinebilir mi?
Ve onlar hayatı deneyerek, yanılarak kucaklarlar. Hazırlıksız anı yaşarlar ve bundan zevk alırlar. Onlar her karşılaştığı şeyleri bir önceki ile karşılaştırıp, değerlendirip hareket etmezler. Onlar farklılıkların peşindedirler.

Errare humanum est.( hata insanidir)sanırım Seneca ya ait.

Müsait Bir Yerde İnecek Var 1

“Gidebileceğimiz başka bir dünya yok henüz. Belki de hiç olamayacak. Zaten yolculukların en güzeli geri dönebileceğin bir yer olduğu zaman yapılır. Ve güzel olan kısım da zaten geri dönüş zamanıdır.
Geri dönebileceğin ait olduğun, sen olduğun, seni taşıyan, seni yansıtan yer yoksa -bu gitmeler gitmek değil-
Sürekli hareket halinde bir hayat. Sürekli bir noktadan diğer noktaya gitmektir bütün yaptığımız. Sabah kalkarız ve ilk işimiz bulunduğumuz noktadan belirlediğimiz başka bir noktaya hareket. Bu keşmekeşin içinde arada durduğumuz oluyor bir anlık. Tıpkı road runner’ı kovalayan Coyote’ nin fark etmediği sürece boşlukta koşması gibi. Fark ettiği an boşlukta asılı kaldığını anlayıp düşmesi gibi. Bir anlık, duruveriyoruz ve bizi izlediğini varsaydığımız gizli kameraya bakıyoruz. Ve sonra tekrar yola devam. Hep bir yerlere ulaşmamız gerekli..”

Yanımda oturan yaşlı kadının irkilmesi ile bende irkiliyorum.

“ne oldu ki?”

-yağlığınızın oyası çok güzel. Ben meraklısıyım da

İyice eğildi yaşlı kadının üstüne ayaktaki kadın.. gözlükleri burnunun ucunda yaşlı teyzenin oyasını inceliyor. Ben de inceliyorum ama ilgi çekecek bir şey göremedim. Mor-beyaz oyanın ne olduğunu anlayamadım bile. Galiba diğer kadında anlamadı oyayı çektikçe çekiştiriyor.

-ben de severim.. farklı bir model görünce dayanamam. Ama göz kalmadı..

“yaşlı teyze övgü bekliyor..”

-yok yok çok güzel olmuş

“yaşlı teyze gururlandı”

Nerde kalmıştım. Bir noktadan diğerine…
…..
kanasın, kanasınbırakın yaram kanasın

“ya düşünemiyorum bile . kendi sesimi duyamıyorum..”

kaderimse böyle sevmekbırakın anam ağlasın...

“yahu neden hep analar ağlar ki?”

-bir kişi kısa mesafe uzatır mısınız?

“kişiyi kısa mesafeye uzatamam”

-arkadan bir kişi kısa mesafe

buna dayanmaya gücüm yoksevmisim ama sevenim yok

-bir mi?

“şunun sesini kıssan daha rahat duyarsın”

-evet bir

sensiz kaldigim gecelerde beni kimler anlasin

-müsait bir yerde inecek var.

“namüsait yer neresi”

“Nerde kalmıştım hep bir noktadan diğerine hareket ….”
yağlık: güney anadolu' da renkli çiçekli tülbent.

Herostratos

İdam edilmesine ve adı anılmama yasağı konulmasına rağmen günümüze kadar gelmiş sırf adı duyulsun tarihte adı geçsin diye artemis tapınağını yakmış basit bir kundakçıdır. ne zaman giriştiği alışılmamış bir eylemden ve bu eylemde bulunacağı tehditinden başka hiçbir yanı bulunmayan biri ortaya çıksa adı hatırlanır herostratos un çünkü böyle eylemleri yapana herostratik ve sendroma da herostratizm denir. elbette her dönemde her kültürde bir herostatos mevcuttur.sırf adı anılsın diye zemzem kuyusuna işeyen bedevi adı anılmasa da zemzem kuyusuna işeyen adam olarak adını duyurdu.bir başka kültür anadolu kültüründe bir köyde adı iyi ya da kötü fark etmez ama anılsın diye köyün tek su içme kaynağına sıçan bir adamın hikayesi anlatılır.toplumlarda temel bir ilke vardır bu en küçük toplumlarda bile geçerlidir.karşılıklı güven ilkesi. insan bir kimseye kötülük yapmamışsa o kişiden ani bir saldırı bir zorbalık beklemez.işte bu anlarda herostratikler kendilerini gösteriverirler.çevremizde bu tarz herostratik kişileri görmemiz mümkündür. kendi içimizden örnek vermek gerekirse bir yazar gelir bir başka yazarın başlığı altına yazar diğeri iade i entry yapar. üçüncü şahıs (ki sevgili atalarımız bu üçüncü şahıslar için de güzel bir söz bulmuşlardır. iki kişi konuşurken üçüncüye bok yemek düşer ) “hımmm bu kızınca nick başlığına yazıyor. bir iki küfür edip kızdırayım. o zaman gelip bana da yazar belki” düşüncesi ile densigzlik yapar ve gelir orta yere içindeki pisliği döker.amaç bellidir aslında “reklamın iyisi kötüsü olmaz” . (bu kısım ekşi sözlük camiası içinde geçerli idi)
Burda ise kendini germeyen bir konuda hatta bilmediği bir konuda huzursuzluk yaratıp, yazan kişiyi rahatsız etmek için yorum yapan ve uzatanlar için geçerli. Yorum yaparken ve uzatırken boyunu aşan laflar etmesi, henry higgins tarzı ukala tavırları ile -bir de gözüne monokl sıkıştırmışsa çok iyi olur- ve hakarete varan sözleri ile kendini belli eder herostratikler...
işte bilim çevreleri bu tarz davranıp şöhret amacını güden bu zavallılara şöyle der :-hmm burada kendine bir kasıt yok-evet profesor kesinlikle kendisi ile alakalı bir konu değil-yaptıkları tamamen saldırı -yüzde yüz haklısınız sayın profesorum-bu adam bu eylemi sırf şöhret olmak için yapmış-evet . buyurun efendim bu hasta arkadaşımızın teşhisi hazır biz mi yapıştıralım siz mi yapıştırırsınız-yapıştırın arkadaşlar evet o bir herostratik.ve reçetesi şu: üç ay boyunca başka insanları rahatsız etmemesi için sağlık bakanlığının herostratikler için ayırdığı ödenekle işe alınan 20 kişi kendisine gönderilecek osursa da ,sıçsa da,saçmalasa da alkışlanacak ki egosu tatmin olsun
not: bu yazım daha önce ekşi sözlükte yazmıştım. uçan yazılarımdan birisidir. densigzlik şeklinde yazılmış kelimede hata yoktur. Burada bir kaç ek yaptım.

Lady Shallak

Bir zamanlar bir ülkede çocuk özlemi çeken soylu bir aile varmış. Fakat doğa bu aileye pek insaflı davranmadığı için çocukları olmuyormuş. Ve bu özlemlerini gidermek için bir bebek almaya karar vermişler. Kendi bulundukları bölgede bir köylünün karısı da dokuzuncu çocuğuna gebeymiş. Köylü kadın bir gece rüyasında bir kadın görür. Kadın üzgün bir şekilde “lütfen bu bebeğin yaşamasına izin vermeyin” diyip ağlıyormuş. Köylü kadın doğumun son günlerinde bu rüyayı sıklıkla görmeye başlamış. İçinde kuşkular büyüyor, doğuracağı bebeğin büyük bir felakete sebep olacağından korkuyor ve içten içe de merak ediyormuş. O köyde yaşayan bir büyücü kadına danışmaya gitmiş. Büyücü kadın kendine yardım edemeyeceğini çünkü o ruhun araf ta sıkışmış olabileceğini fakat rüya sırasında bunu kadına sorabilmesini sağlayabileceğini söylemiş. Ve bir iksir hazırlamış kadına vermiş. Kadın iksiri içmeye karar vermiş. Gene rüyasında aynı kadını görmüş bu defa sormuş:

-neden bebeğimin yaşamasını istemiyorsunuz ? demiş

Kadın dalgın bakmış:

-ben artık tekrar doğmak istemiyorum demiş
Köylü kadın çok şaşırmış. Kadın devam etmiş:

-ben bundan bir yıl önce öldüm. Bir ülkede demircinin karısı idim. Daha önce başka bir yerde veba salgınında ölen bir balıkçının kızıydım. Daha önce ise bir nalbantın kızı idim. Ve yeniden doğmaktan değil ama sürekli alt tabakada doğmaktan bıktım. Dünyaya gelince bir önceki hayatlarımı hatırlamıyorum ama ölüp buraya geldiğimde hepsini tek tek hatırlıyorum. Günah-yiyici ile konuştum ve tekrar doğduğumda sahip olacağım aileyi merak ettiğimi söyledim ve günah –yiyici senin rüyalarına girmemi sağladı. Gene alt tabaka doğacağımı anladım. Bu yüzden iznim olmadığı halde seninle konuşmak istedim. Doğmak istemiyorum. En azından sizin gibi bir aileye. Belki doğum anında ölürsem diğer doğuşum soylu bir aile içinde olur. Demiş ve kibirli bir şekilde uzaklaşmış.

Köylü kadın uyandığında üzgün bir şekilde bu bebeğin kibiri ile başa çıkamayacağını düşünmüş. Ama bir cana kıymayı istemediğinden durumu kocasına anlatmış. Kocası ile karar vermişler bu çocuğun ölmesine kendileri sebep olmadan doğanın ellerine bırakmayı uygun görmüşler. Ve çocuk doğduğunda çıplak olarak bebeği ormana bırakmışlar. Tesadüfen o sırada avda bulunan soylu adam bebeği bulmuş ve evine götürmüş karısı ile bu çocuğu evlat edinmişler. Bebeğin adını çıplak anlamına gelen Shallak koymuşlar minik lady shallak bu soylu ailenin çocuğu olarak büyümüş. Ülkenin en iyi eğitmenlerince eğitilmeye çalışılmış. Fakat ilginçtir ki çocuk bu eğitimi kaldıramıyormuş. Ezber ve taklit ile ancak üvey ailesinin mensubu olduğu çevrede fark edilmiyormuş. Çevresindeki her şeye büyük bir görgüsüzlükle saldırıyormuş. Buna rağmen kibiri ile evde çalışan insanların büyük nefretini kazanmış.

Hergün artan görgüsüzlük ve kibirle serpilmiş. Evlerinin bulunduğu bölgede yaşayan ve hayatlarını çiftçilik ile kazanan bir ailenin de onun yaşlarında bir oğlu varmış çocuk kızın kabalığını ve kibirini bilmeden uzaktan görürmüş sürekli. Ve kızdan çok hoşlanmış. O yıl düzenlenecek kış şenliklerinde kız ile tanışmak istemiş ve tanışma anında ona güzel bir hediye vermek istemiş. Bahçelerinde bulunan gül ağacından bir gül istemiş gül reddedmiş kış ayında gül açamayacağını söylemiş. Fakat çocuğun üzüldüğünü görünce “iki gece beni sıcak kanla sularsan ve o sırada bana dünyanın en güzel aşk şarkısını şakıyacak bir bülbül bulursan olur” demiş . çocuk içtenlikle kabul etmiş ve ormanda bülbül aramaya koyulmuş. Onu da bulmuş. Rica etmiş. Bülbül önce havanın çok soğuk olduğunu yardım edemeyeceğini söylemiş fakat çocuğun üzülmesine dayanamayıp kabul etmiş bülbül o soğukta minicik bedeni titrerken güle en güzel aşk şarkılarını şakımış ve çocuk kanı ile sulamış toprağı. Ve iki gün sonra kırmızı bir gül açmış. Çocuk gülü almış ve şenliğe gitmiş. Lady Shallak ın yanına ve gülü uzatıp kendi ile dans etmesini istemiş. Domuz inciden ne kadar anlarsa kız da bu jestten o kadarını anlamış ve gülü çamura fırlatmış büyük bir görgüsüzlükle. Çocuk bu kibirli ve görgüsüz kız ile anlaşamayacağını fark etmiş ve orayı terk etmiş. Lady Shallak şenliğin ilerleyen vakitlerinde kendine armağan edilen “kaşıkçı elması” kadar büyük bir taşa sahip kolyeyi takmakla uğraşırken kolyede bulunan iğne gibi sivri ucu parmağına batırmış. Kangren olmuş ve ölmüş.
Tekrar arafa döndüğünde karşısında günah –yiyeni bulmuş. Günah-yiyen :
-sen neden sürekli doğup öldüğünü biliyor musun ? demiş. Çünkü hiçbir hayatında memnun olmayı öğrenemedin. Sürekli kıskançlık ve kibir senin hayatını zorlaştırdı. Çok mutlu olabilirdin. Her seferinde kötü huylarından temizlenebilmen için yeniden doğdun. Fakat sen inatla aynı hataları yapmaya devam ettin. Her dünyaya gelişinde insanları kırdın ve hiç sevilmeden öldün. Her defasında .. demiş. Ama yeniden döneceksin dünyaya bu defa karga olarak 250 sene yaşayacaksın. Ve tam sahip olduğun özelliklere göre davranacaksın. Kuru gürültü ve nezaketten yoksun sesinle rahatsız etmeye devam edeceksin insanları , mahsullerine zarar vermemen için korkutulacaksın ve asla kabul görmeyeceksin. 250 sene sonra tekrar insan olarak dünyaya geleceksin fakat bu defa çok farklı şartlarda ve farklı bir toplumda . göreceğiz değişebilecek misin demiş.
Ve Lady Shallak 250 sene boyunca korkuluklar ile korunan tarlaların kenarında gaklamış durmuş.
Tam 250 sene sonra İstanbul da bir kenar mahallede bir kız çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Babası onu hem çok severmiş hem bir yanlışında cezalandırırmış. Mahalle baskısı ile büyümüş. Okutulmuş. ex-lady shallak bulunduğu ve girdiği ortamlarda kabul görebilmek için gene taklit yöntemini kullanmış. Farklı sunmuş kendini tanıştığı herkese .
Akıllı görünebilmek için okuyup bitirdiği ama bir şey anlamadığı ezberlediği cümleleri kullanmış. Güzel görünebilmek için kozmetiğin son icatlarını kullanmış. Kabul görebilmek için ise çevresinde sevilen sayılan kadınları hedef almış . onları tartışmaların içine çekip kendini ön plana çıkarmayı hedeflemiş hep. Fakat akıllı olan insan böyle polemiklere girmediği için bu lafazan kendini laf cambazı sanmış. Nedense burnunun büyüklüğü kendi durumunu görmesine hep engel olmuş.
Günah-yiyenin ne demek istediğini asla anlayamamış kapasitesiz Lady Shallak asla kendisi olamamış ve çoğalmışlar bunlar. Dünyanın heryerinde ve ülkemizde bunlardan bolca var.
Lady Shallakları toplumda fark etmek mümkün biraz dikkatli olunursa.
Esmerse kendini kirec beyazı edebilmek için bol fondoten sürerler. Açık tenli ise bol makyajla kendilerini maymuna dönüştürürler. Parfüm kokuları gidecekleri yere kendilerinden önce varır. Tiksinti uyandırır . bir ortamda ağır bir parfüm varsa midenin en şiddetli şekilde bulandığı tarafa doğru git lady shallak ı orda bulacaksın.
Yazılarında ve konuşmalarında hemen fark edilirler. Bir fikir sunamazlar başkalarının fikirlerinin dansözlüğünü yaparlar. Kendilerine mal ederler. Başkalarından çaldıklarından kolaj yaparlar. Ve saldırırlar. Ama bilmezler ki tavşanın girdiği polemikten dağ haberdar değildir. Bu yüksek doruklara ve istedikleri anda tavşan olan lady shallak ı ezip geçecek aşağılayacak birikime sahip bu güçlü insanlar onla uğraşmazlar. Çünkü umursamazlar.

Lolita Sendromu

Yaklaşık on beş sene önce bir karar almıştım. İş-ev-kitapçı üçgeninde son durakta in, son duraktan bin halka karışma! Gazete okuma! Haberleri seyretme!.
İnsanların umutsuz halleri, düzelmelerinin umutsuz olması ve okuduğum haberlerin psikolojim üstünde kötü etkileri idi sebep..

Her gün küçük yaşta bir çocuğa tecavüz haberi dünyadan ve Türkiye’ den
Her gün yolda birilerine saldırıldığı haberi
Her gün töre cinayeti haberi
Her gün bir insanın başka bir insana verdiği zararın anlatıldığı haberler.
Diri diri yanan bedenler, diri diri gömülen bedenler.

Delirmenin eşiğine gelmiştim. Ki hala da çok çok düzelmiş de olsam asla insanların iç içe çok yoğun olduğu alanlardan kaçıyorum. Kapalı alan korkusu değil açık alanda korkuyorum.Fazla değil bir süre önce internet sitelerinde yazmaya başladım dilim döndüğünce. İşte o zaman tekrar haberleri okumaya başladım gündemi takip edebilmek için. Ve değişen hiçbir şey olmadığını gördüm. Ve bir yazım için tecavüz, özellikle de çocuk istismarı konusunu gazete arşivlerinde tarattım. Gördüklerim, okuduklarım ….

Neyse bugünkü konumuz “ Lolita sendromu ”İsmini aldığı kitap bir dönem büyük tepkiler gören kitap Vladimir Nabokov kitabı.. bir erkeğin üvey kızına duyduğu sapkın sevgi.. Orta yaş üstü bir erkeğin 12 yaşında bir kıza duyduğu cinsel istekle karışık sevgi. Kızılcık dudaklı minik yıldızcık Lolita. şöyle başlar kitap:
“Lolita, hayatımın ışığı,kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-li-ta; dilin damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-li-ta.Sabahları ayağında çorabının teki, bir elli boyu ile Lo idi, sadece Lo. Ayağında gündelik bol pantolonu ile Lola. Okulda Dolly. Kayıtlardaki noktalı çizgilerde Dolores. Ama benim kollarımda hep Lolita idi.”

Çocukluğunda derin bir acı ile yıkılmış bir erkeğin kaybettiği çocukluğunu araması denilebilir kısaca.Kitaptan daha fazla bilgi vermeyeceğim okumak isteyen alsın okusun. Filmi de yapıldı iki kere..Uzun zamandır ötelediğim bir konu idi. İçimden yazmak gelmedi fakat daha önceden forum da tartışılacak konu olarak bu belirlendiği için girişi yapmanın uygun olduğunu düşündüm..

Öncelikle ailelerin rızası ile öldürülen çocukluktan bahsetmek isterim.

Ülkemizde kanayan bir yaradır çocukların evlendirilmesi. Kendinden yaşça büyük bir adama kurbanlık koyun gibi satılırlar. Neden kurbanlık koyun dedim.. bir gelenek vardır. Kurban edilecek koyun süslenir püslenir hatta boncuk dizilir alnına.. aynı buna benzer çocuğu bazen gelinlik bazen de yöresel adetlere göre süsleyip duvağı alnından aşağı sarkıtıp, boynuna, koluna altın dizip kocaya vermek..Nedeni kısaca şöyledir:

Toplumun ahlaki yapısı ve özellikle temelini aldığı dinin sınırlarını çizdiği “namus” kavramı..Aile kızlarını “eri”ne verene kadar bacak arasındaki zardan sorumlu olarak görürler. Zarı koruyalım derken çocukluğunu yaşamasına izin vermezler. Çünkü yerinden hafif kıpırdamış zar alınlarına sürülen büyük lekedir. Zaten böyle başlayan hikâyesi çocuk-kadın kurdele ile süslenmiş hediye paketi şeklinde gittiği kocasının evinde de pek farklı değildir. Ama o kısımları şu an konu dışında.

Çocuk-kadın oyun oynayacağı yaşta bir erkeğin trombolini olur. Öfkesini boşalttığı kum torbası olur. Kendi çocuk iken içinde bir çocuk taşır minik matruşkalar. Memesinden o adamın bebeklerini emdirir..

Ve tecavüz. Geçenlerde 12 yaşında sanırım dayısının tecavüzü sonucunda hamile kalan ve o annenin (?!) hiç fark etmediği çocuğun doğum yaptığını okuduk. Ondan önce 17 aylık bebeğe tecavüz edildiğini okuduk.

Nedir fırfırlı etek giyen daha erkek çocuğundan ayırt edilecek vücuda sahip olamayan kızlarda erkeklerin ilgisini çeken şey?

Ve bir erkek neden kendinden daha genç birini cinsel olarak arzular?

Kadınlar da kendinden daha genç bir erkek ister mi?

Şöyle bir düşünelim.Kendinden yirmi yaş küçük bir kadını cinsel partneri olarak seçen erkeğin amacı ne olabilir?

Orta yaşın çok üstünde bir erkek daha genç kız sayılacak bir kadını nasıl eşi olarak görebilir?

Erkek kendi üreme organlarının daimi sahibi iken, kadının üreme organları biyolojik saate bağlıdır. Bir erkek çok ileri yaşlarda da olsa gençlik dönemindeki kadar olmasa da üreme yeteneğine sahiptir ama kadın belirli bir yaştan sonra üreme yeteneğini kaybeder. Ve bir erkek her yaşta yeni bir aile kurup çocuklar edinebilir ama kadın bunu yapamaz. Yaşlanan bir adam çekici genç bir kadın gördüğünde onu kızından öte gelecek çocuğunun annesi olarak tahayyül eder ve bu da o kıza karşı cinsel istekler duymasını sağlar. Ama kadınlarda durum farklıdır hem toplumdaki dayatmalar hem kendi biyolojik yapısı gereği bir kadın genç bir erkek gördüğünde onu kendi oğlu gibi görür.

Televizyonunuzun Ayarları İle Oynamayın

Bu yazım tamamen kendimi eğlendirmek amacıyla yazılmış bir şey.. yazıcık..
Bir tırsak oğlan kız kaçırır eskiden
Dıgıdık dıgıdık
Atar atının terkisine
Dıgıdık dıgıdık

Yazanın içsesi: tabi emin değilim kız da onu kaçırmış olabilir.

Dıgıdık dıgıdık
Akşam ayazı esmeye başlar
Tırsak oğlan içses : nerden başıma bela ettim kıçım dondu
Dıgıdık dıgıdık
Tırsak oğlan dışses: es deli rüzgar koçyiğidin bağrına
Dıgıdık dıgıdık…
Biter…

Necefli maşrapa resmi hayal edin.

yani


Çocukken hayatımıza yeni giren siyah beyaz televizyonun karşısından bir an olsun ayrılmazdım. Elimde çekirdek çitleyip dururdum.
Kilolarca çekirdek tüketmişimdir. Minik çekirdek kabuğu tepecikleri olurdu oturduğum yerde. Tabi annem bundan nefret ederdi. Ben hiç aldırmazdım. Bugüne kadar seyretmediğim hiçbir film kalmamıştır. Müzikaller siyah beyaz.. kelebek gibi ginger rogers, gene kelly, fred astaire böle valsler, aniden duran konuşmalar başlayan müzik en sevdiğimi yazı sonuna ekliyeceğim orijinal filmden” singing in the rain”

Sadece onlar değil TRT çocuk korosu ve tüylerimi korkudan ürperten şarkıları.
Orda bir köy var uzakta (derinden gelen 9 bilemedin 11 yaşında bir ses)

Ya da

Horozumu kaçırdılar suyuna pilav pişirdiler.. biligeh biligeh
Yazık değil mi horoza yahu..

Çizgi filmler.. burnunun dört bir yanını kaşıyıp kafasında lamba yanarken “buldum” diye bağıran wicky..Vikinglerden..

Ve türk filmleri.
Her türlü acıyı yaşadılar yaşattılar..kör olanlar, sonradan görüp sevgilisini kendine saçını süpürge etmiş sevgilisini tanımayanlar, havuz başında tecavüz ardına görünen kerhane yolları, Boynu bükükler, garip yetimler, mavi slip donlu amcanın annesi ile haşnafişnesini öğrenip anasına “ dağ değilsin taş değilsin benim anam hiç değilsin” diyenler..

Dikkatinizi çekerim efenim “ bu gözler neler gördü”

Şimdi bir tanesini anlatmak istiyorum. Kısaca en beğendiğim en güzeli..(son dönemin aşk meşk furyasına bir katkıda benden)

Ünlü bir müzisyendi kendisi. Sol gözüne kaçan bir karıncanın iki göz arasında yolculuk yapması sonucu kör kalmıştı ADAM. Tabi bundan önce Londra’ da ameliyatla zor düzeltilen sakatlığına sebep olan trafik kazası, sevdiği kadının kendini aldattığını öğrendiği anda dilinin tutulmasını ve orkestra yönetirken tepedeki ışıklandırmanın kafasına düşüp 10 yıl komada yatmasını ve o 10 süresinde çocuğunu taşıdığını bilmediği kendini seven kadının doğum yapmasını ve mahalle çocuklarının bu babasız doğan çocuğa “piç” demelerini, çocuğun “ ben piç değilim, ben piç değilim” demesini annesine koşmasını “ çok zoruma gitti anneeeee, bana piç dedilerrrr” demesini anlatmayacağım uzun uzun yoksa bitmez bu hikaye…

Kör olan ADAM inzivaya çekilir. Elini ayağını her şeyden çeker. Ve gazeteye ilan verir. Kendine bir bakıcı bulabilmek için. Aldattığını düşündüğü (kadınlar karışmasın bu çocuklu değil) kadın bunun yanına kimliğini saklayarak gelir. Sesini tanımaz çünkü kadın geçen yıllar boyunca alkolik olmuştur. Sesi sigaradan kalınlaşmıştır.
Adama bir çocuk gibi bakar. Elleri ile giydirir. Yatağına kahvaltı getirir. Üzerine kareli bir bataniye örtüp tekerlekli sandalye ile yürüyüşlere çıkarır( ya pardon burayı dikkate almayın bu başka filmden) ama gene yürüyüşe çıkarlar kadın adamın koluna girer.
Karşılıklı kavak ağacı sırasınca yürürler. Oraya park derler ama. Sadece tek sıra ağaç vardır. Mevsim de sonbahar büyük bir ihtimalle çünkü yaprak dökmeye başlamışlar.

Adam kadına kötü davranır. 10 senedir aynı evde kalmasına rağmen sürekli yerinden kalktıkça değdiği her şeyi yıkar. Yahu ezberleyemedin mi yerlerini?

Neyse bir gün eve aile hekimleri gelir ( biz -fukaralığın gözü kör olsun- hastane kuyruğu beklerdik) Amerika’ da karıncaların kör ettiği gözü iyileştiren bir doktor olduğunu söyler. Ameliyat tehlikelidir. Ya tamamen iyileşecek. Ya da kolunu da kaybedebilir.
Adam kabul eder. Hızla uzaklaşan bir uçak görürüz . üstünde Air France yazar ama o Amerika’ ya gidiyor canım..

1-2 dk sonra başka bir uçak iner adam sakin sakin iniyordur merdivenlerden. Kadını görür (çocuksuz) “ nayır, bu sen nolamazsın , git gözüm görmesin seni” der
Kadın kaçar. Hemen kaçısı tarif edelim. Üzerinde açık renk jile vardır. Saçlar kısa o dönemin modasına uygun kesilmiştir hani kafaya tas koyarlar tasın dışında kalan tutamlar kesilir ya öyle bir şey..elini alnına koyar. Kafasını sola doğru hızlı bir hareketle çevirir.(evet tıpkı o sözler onda tokat etkisi yaratmış gibi) ayağında topuksuz bir ayakkabı vardır. Bacak kısmı parlak göründüğü için naylon çorap giydiğini düşünüyorum. Tabi zeytin yağı ya da bebe yağı sürmüş olma ihtimali de var. Ve sahneden kaçarak ayrılır. Yalnız yüzü kameraya dönüktür yengeç yürüyüşü dediğimiz tarzın koşu şeklinde olduğunu düşünelim hayal edelim lütfen.

Aradan bir süre geçer adam yalnızdır ve mutsuz bir şekilde arabası ile dolaşmaktadır. Işıklarda durduğunda bir çocuk fırlar “sileyim abi” silerken o kirli bezle camı daha çok kirlettiğini fark etmekte midir çocuk bilemiyorum? Hangi ruh haline sahiptir adam camda yeni oluşan kocaman lekeyi fark edemeyecek kadar dalmasına sebep olmuştur bilemiyorum. Çocuğun gözlerine kamera zoom yapar sonra adamın gözlerine zoom yapar. “size kanım kaynadı amca baba diyebilir miyim?” adam dünden gönüllüdür. Arabadan çıkar çocuğa sarılır. Bir süre çocuk annesinden gizli görüşür adamla. Ve o minik veletin aklına bir gün adamı akşam yemeğe davet etmek gelir.

Adam eve gelir elinde bir buket çiçekle.

Bu yazıyı yazanın içsesi:” hıyar ne çiçeği.. çiçeği mi yiyecekler.. şöyle bir filelik Pazar alışverişi yapsaydın ya!”

İçeri girer girmez kadını tanır . tanınmayacak gibi değildir. O kadar süre zarfında hiçbir yaşlanma belirtisi kadında görülmemektedir. Ve kamera gene zoom yapar. Gözlere bir adama bir kadına.. ardına dudaklara.. titreyen dudaklara.sonra kamera kadının dudaklarına adamın gözlerine zoom yapar.
Bu kısmı kısa geçiyorum. Adam çocuğun kendi evladı olduğunu öğrenir.

Son sahne.. dar açı çekim sadece önde velet görülür. Açı genişledikçe eski model chevrolet bir kıyıya parketmiştir. Kadının üstünde gelinlik. Adam smokinle. Velette smokinleydi onu söylemeyi unuttum. Hepsi kameraya bakar ve gülümser.

“ bu kadar zaman bize katlandığınız için teşekkürler” tebessümü vardır dudaklarda.

Sonerzsebetler Film

Yukarda söz verdiğim şarkı karşınızda Gene kelly ve singing in the rain :



O gelinlik giymişti, ya diğerleri ???

Köyünde okul yoktu.Annesinin yalvarmalarına karşı duramayan baba ilkokuldan sonra liseye gitmesine zar zor izin vermişti. Kasabaya gitmesi gerekiyordu her gün yürüyerek. Tam gündü okul. Meryem yürüdü yaz yürüdü sıcaklarda kışın ayağında kırmızı plastik çizmelerle yürüdü okumaya.Tembihliydi Meryem..Başı önünde yürümeliydi. Okul eteği altına çorap yetmezdi kalın kumaştan pantolon benzeri bir şey giymeli idi.Kafası önünde yürüdü Meryem her gün..

O barış için ve farklı dili konuşsa da insanların içinde güvencede olacağını düşünerek hareket etti. Üzerine beyaz giyerek.. nefes alıp verdiğin sürece insandan umut asla kesilmez..

Hatice öğretmen..Ne büyük hevesle beklemişti bir okulda görev yapabilmek için gerekli olan atamayı. Ve atamasının kendi şehrinde ve evinden en fazla üç durak uzaklıkta olan okula yapılması ayrı bir sevinç kattı. Annesi ile oturuyordu. Kendi de öğretmen olan babasını kaybedeli fazla olmamıştı.

Hülya ile Mehmet soğukta birbirlerine sarılıyorlardı. İki kardeş… Baba yok anne en son bir hafta önce görüldü. Terk etti anne onları. Hülya 12 Mehmet 10 yaşında. Komşular sıcak bir şeyler getiriyor ve karınlarını doyuruyorlar.

Meryem o akşam zil çalmasına rağmen bir matematik problemi yüzünden 10 dakika geç çıktı dersten. İçinde kalbi bir güvercin gibi kanat çırpıyor. Eve geç kalırsa beş dakika bile olsa babasının onu tekrar okula göndermeyeceğinden korkuyor. Ve koruluktan kestirme yolu kullanarak geçmeye karar veriyor aniden.

O ise yolda kendisini alan kamyon şoförüne güveniyor.

Hatice öğretmen o akşam annesini arıyor okula kendisi almaya gelmesini ve ardından birlikte alışveriş yapmayı öneriyor annesine. Ve anne akşam kızını almaya gidiyor.

Hülya ve Mehmet’ i komşularından güvendikleri ve amca dedikleri yaşlı adam parka götürmek istiyor. Seviyorlar parkı.. Onlar da eğlenmeli ama değil mi?

Bazı günler genç sevgililerin oynaştığı minik çalılık bu defa yapılan iğrençliğe ev sahipliği yapıyor.Göğüslerini elleyebilir. Kalçalarını okşayabilir, hatta kasıklarını da. Ama ilerisi yasak!Öpebilirsin onu. Memelerini okşayabilir, kendine bastırabilirsin.Ama ilerisi yasak!O çalılık bu gençlere ev sahipliği yapmıştı. Minik cilveler ve karşı cinsle ilk tanışmalar..

Ama bu defa ev sahipliğini yaptığı şey daha farklı idi.

Ağzına bastırdı yere yatırdığı Meryem’ in. Tek eli ile ağzını tutarken diğer yandan okul gömleğini parçaladı. Eteğini kaldırdı yukarıya. Kız çırpınıyordu. Altında oynayan bir balık olduğunu düşündü. İşini böyle göremezdi. Dövdü kızı sol bacağı ile çırpınan bacaklarını sabitledi. Ve salyalarını kızın temiz vücuduna akıttı. Kız ağlarken o olanca hayvanlığını kızın temiz bedeninde uygulamaya devam ediyordu. Ayağa kalktı, fermuarını çekmeye bile gerek görmeden yerde yatan kıza son bir kez baktı…. Yürüdü, gitti…

Güvendiği kamyon şoförü tenha bir yere çekti. Yabancı idi ne de olsa. Onlar sekse açıktılar.Tenha yerde sesi çıkmasın diye bastırdı boynuna. O işini bitirdiğinde beyazlı kadın artık nefes almıyordu.

Anne ve Hatice tenha sokaktan geçerken önlerini kesen tinerci gençler yollarını kesti. Zorla yakınlarda bulunan mezarlığa götürdüler. Ve kimse çığlıklarını duymadı.. ya da duymak istemedi..Anne yalvardı kızına bir şey yapmasınlar diye.Anneyi bıçakladılar kızının gözü önünde ve 15 tane genç yeni öğretmen Hatice’ye defalarca tecavüz ettiler.

Parkta Mehmet’i bırakan sevgili komşu amca Hülya’yı ilerdeki inşaata çekti. Ona cep telefonu alacağını söyledi. Canını acıtmayacağını söyledi. Ve Hülya’nın bacaklarının arasında gitti geldi.. ve aylarca kendi dahil tanıdığı bütün arkadaşları Hülya’yı kullandılar.. Ta ki mahalle içindeki kadınlar fark edene kadar.. Kadınlar daha düne kadar acıyıp bağırlarına bastıkları çocukları önce dövdüler sonra mahalleden kovdular…

Meryem’ in katili o akşam eve gidince sevgili kızlarını bağrına bastı..

O’nun katili o akşam erkenden yattı.

Hatice’nin katilleri ertesi güne o akşam ne olduğu konusunda fikirleri bile olmadan her zamanki yaptıkları şeyi yaptılar.

Hülya’nın katilleri hayatlarını zehirleyen bir fahişeyi “temiz” mahallelerinden atmanın rahatlığı ile derin bir nefes aldılar.

Çünkü bu ülkede;Tecavüz kurbanları sessiz..Tecavüz edenler kimi zaman cezalandırılıyorlarsa da çoğu elini kolunu sallayıp “ temiz aile ” babası rollerine devam ediyorlar.

Bebeğim Bana...2

BANA AŞK VER

-seni hiç terk ettim mi?

-hayır. Hiç olmadın ki terk edebilesin

Dikkat edin eğer bir kadın kafası sağa ve ya sola hafif eğik bir şekilde gözleri uzaklara dalmışsa. Hayır düşünmüyordur. Hayal ediyordur. Geleceği hayal ediyordur. Akşamı hayal ediyordur.Dinleyebilseydik keşke! Çok zordur iki kişi adına düşünmek. Sorular ve olası cevaplarla kurgulamak. Tek kişilik hem kendisi, hem aşk olmak zorunda olduğu bir tiyatro. Hem kendi adına cevaplar vermek hem aşk adına cevaplar vermek.olasılıkları değerlendirmek ve kendini hazırlamak yarına..
İçeri giren ve çıkan insanlar..
Bunlardan bir tanesi acaba onun geleceği mi?
Her gün karşılaşılan yüzlerce erkek..
Bunlardan acaba hangisi gerçek aşk?
Gerçek aşk nedir?

-seni o kadar seviyorum ki.. seni yıllardır tanıyor gibiyim..-Bir nevi hipnotize durumu gibi. Senle tanıştığımdan beri hayatımın sensiz olan kısmına ait anılar tamamen silinmiş gibi. Sanki senden önce yoktum gibi.

-hiç mutlu olduğun bir ilişkin oldu mu? Seni mutlu eden?
-elbette oldu
-peki sonrası..
-sıkıldım

Aşk sevmekten o kadar farklı ki.
-Seni beni anladığın için seviyorum
Seni çok zeki olduğun için seviyorum
Seni güzel yemekler yapıyorsun diye seviyorum
Seni üzerime titrediğin için seviyorum
Seni beni sürekli kolladığın için seviyorum
İhtiyacım olduğunda yanımda olduğun için seni seviyorum.
Benim için bir şeyler yapıyorsun sürekli o yüzden seni seviyorum

Ama aşkta sebep olmuyor. Geçicidir aşk. Vücudumuzda varlığından bile haberdar olmadığımız tepkimedir aşk. Tıpkı güneş çekirdeğinde olan tepkimenin doğurduğu enerjinin yüzeye doğru binlerce atom bombasına eşdeğer patlamalar yaratması gibi. Ve büyük kocaman koyu renkli dipsiz ama yakıcı lekeler yaratması gibidir aşkın hayatımıza etkisi.

-seni o kadar seviyorum ki .. Senden başka kimse yok gibi geliyor. O kadar yoğun duygu ki sen olmazsan ölebilirmişim gibi geliyor.

Proust der ki “sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geriye dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir”-Madem Proust dan örnek verdik Vadideki Zambak’ da geçen bir cümle vardır aşkı tarif eden.. yeni aşkı tarif eden.. Onu da ekleyeyim:
“içine girdiğim yeni sevdanın insanı mahveden bir tarafı, kendine özgü bir elektrik akımı vardı; sizi yarı uykuyu andıran bir uykusuzluğun fildişi kapılarından göklere salıyor, ya da kanatlı sağrısının üstüne, terkisine alarak geri getiriyordu; nankör bir aşktı bu, kendi kurbanı olan cesetlerin üstünde kahkahalar atan korkunç bir aşk. unutkan bir aşk, İngiliz politikasına benzeyen, bütün erkekleri öksesine düşüren taş yürekli bir aşk.”

İnsan kendini kanatmayı seviyor galiba. Hayali bıçakları kendine saplayıp içinden akan acıyı seyretmeyi seviyor.

-seni o kadar seviyorum ki. Sevgimden başka hiçbir şeyim yok. Kollarım bile o kadar güçsüz ki ancak sana sarılabilirler fakat seni bana kenetleyecek kadar sıkı tutamazlar. O yüzden gitmemek senin seçimin olsun.

-seni o kadar seviyorum ki aklım çok karışık. Kafamdaki düşünceler buruşmuş kağıt gibi..

Evet, kafası gerçekten karışık. Bu karışıklığı ne ile gidersek ki? Ve düşünceleri de ıslak bekletilmiş ipek gömlek gibi buruşmuş. Düzeltilmesi çok zor ancak iyi bir buharlı ütü düzeltebilir.

-seni o kadar seviyorum ki. Hayat sanki senle birlikte geldi bana..

Sevdiği filmlerden özenle seçilmiş cümlelerin kolâjı beyninde her an uygun durumda kullanılmak üzere durur. Ve o an geldiğinde söylediği cümleler dudaklarından çıktığında onları kendinin sanır. Zaten o cümlelerdekini o an gerçekten hissettiği için de onun cümleleridir artık. Ve evet kendine bir beden büyük gelen hayat onun hayatına girmesi ile kendine gelmiş gibidir. Bu bir beden büyük hayatı ancak iki kişinin tek vücut olması doldurabilir ve o an için birleşmesi gereken vücut O’nundur.

- hayatım sensiz anlamsız..

Aslında onla iken de hayatı anlamlı olmuyor. Sadece o an ve o duygularla ona anlamlıymış gibi geliyor. Hayata anlam aramak ve kendi hayatına başkasının varlığı ile anlam yüklemek gayet insani.

İnsani bir duygudur aşk. Kimine göre (bana göre) insanın kendini doğadaki diğer varlıklardan daha yüce hissetmek için tamamen öldüremediği içgüdülerine daha güzel elbiseler kılıflar dikmesinin sonucudur. İnsanı insan yapan duygulardan biridir aşk. Hayat seçimlerimiz ve pişmanlıklarımızın birleşim kümesidir. Doğum ve ölüm arasında hep ileri doğru akan düz çizginin üzerindeki minik sapmalardır. Aşk geçer ve çizgi geri aynı doğrultusuna döner.

Ve birden aşk giriverir kapıdan..iş, ev ,arkadaşlar, aile ve kendisi olan bütünlükken hayat, içeri düstursuz giren aşkla birlikte anlam kazanmış gibi olur. Sanki bir şeyler eksik de yeni tamamlanmış gibi olur. Ve insan kendine sözler vermeye başlar” her şeyi doğru yapacağım” sözü..çünkü korkar evine kadar gelmiş aşkı kaybetmekten korkar. Eğer bir şeyleri yanlış yaparsa daha pasta, kahve, çay ikram edemeden aşk gerisin geri gidecek sanır.

Bedensel sevgi veya aşk ya da yalnızca hayranlık.. Aşk hiç yoktu. Birden geliverdi ve fısıldadı kadın:

-sen hep orda bir yerdeydin. Beni hiç terk etme olur mu?

-Seni hiç terk ettim mi?

Bebeğim Bana... 1

BANA ŞEHVET VER

Bir süredir aklımda olan bir yazı dizisi vardı. Aslında işlerimin oldukça yoğun olması bir yana içimden yazmak da gelmiyordu bir türlü. Bugün bir giriş yapayım dedim. Bayağı uzun bir dizi sanırım brezilya dizilerini sollayacak. Başlıklar hazır içleri boş benim tarafımdan doldurulmayı bekliyorlardı bir süre. Dün Cengiz ile konuştum:-sancılanıyorum Cengo, bugün yarın doğuracağım.Böyle bir şey yazmak benim için sancı çekmek gibi. İçinde olduğunu bildiğin bir şey var ve “piton” yılanı gibi sürekli kıpırdıyor.Hani halk arasında bir kelime vardır “ şiştim” tam öyle. Şiştim. Ne yazacağım konusunda da en ufak bir bilgim yok. Kelimeler beni nereye götürürse artık.Dedim ya sadece başlıklar hazır.Onunla da ilgili minik bir bilgi, birkaç yıl önce sevdiğim yazarlardan biri olan Chuck Palahniuk’ un bir kitabını okumuştum-görünmez canavarlar-. Kitapta belirli bölümlerde aynı kalıpta farklı şeyleri isteyen bir cümle vardı. Ve işte o cümleler benim bu dizinin her bölümünün başlangıcı olacak. Birbirine bağlı olacak mı ? Bilmiyorum. Belki olur belki de olmaz.

Bana şehvet ver!

-Geldim!

“saat sekiz otuz vaktin.. Normal zaten gelmen değil mi? Her zaman aynı rutin. İşten çık işyeri ev arası 30 dakika daha öncesinde arkadaşlarınla görüşüyorsun. Ayrıca içeri girdiğini gördüm. Geldiğini fark eden birine sözlü bir şekilde bildirmenin ne anlamı var ki? Geldim! Kendi kuyruğunda dönenen bir ilişki. Geldim!”

-Hoş geldin!

“ ne zaman dağıldık biz?”

-Aç mısın?

“değilsin”

-Hayır. Sen de yeseydin. Beni beklemeseydin.

“beklememem gerektiğini öğrendim”

-Yedim ben merak etme. Günün nasıl geçti?

“neden soruyorum ki bunu? Aynı şeyler, aynı insanlar, aynı konular. Sanırım sadece “ses” için. Benim sesim, O’nun sesi duvarda yankılanacak ve geri bize dönecek. Canlı olduğumuzu anlamak için. Bu evin kan dolaşımının hala devam ettiğini anlamak için.. Ahmet’ ten başlayacaksın biliyorum”

-Çok yoruldum. Ahmet’ e bir iş ver arkasından sen takip et. Boş ver. Ben duş alacağım

“tahmin ettiğim gibi. Ahmet ardına ya Zehra gelir ya da Işıl… Muhakkak birileri bir şeyleri yanlış yapmıştır. Ve her zaman yorgunsun. Neden artık katlanamıyoruz? Neden artık hiçbir şeyi doğru düzgün yapamıyoruz? Neden son dönemlerde ilginç bir şey konuşmuyoruz? En kötüsü de konuşmaya başladığında cümlenin orta yerine geldiğinde neden bahsettiğini unutuyor? ”

“Aynı yatağı paylaşan iki yabancıyız. Her zaman böyle değildik. Çok güzel günlerimiz de oldu”

Hemen yanı başında her zaman solda yatana sokulup “ seni seviyorum” demek istedi. Onu ne kadar sevdiğini söylemeyeli çok uzun zaman olmuştu. Elini kaldırdı boşluğa uzattı. Boşluğu okşadı“seni seviyorum” ama söylemedi. herşeyin bir sonu vardı. Tutku onların üzerinden geçeli çok olmuştu.

“bizi bir arada tutan şey ne acaba? Tutku değil.. Aşk bitti. Sadece alışkanlıklarımız mı? Sadece alışkanlıklar için sürdürmek ne kadar dürüstçe bir davranış.”

Gene de diyemedi hiçbir şey. Boşluğu okşayan eli hemen yanına indi. Uyurken ne kadar huzurlu görünüyor. Daha önce “acaba rüyasındaki ben miyim” diye seyrettiği yüzü şuan sadece kıskandığı “huzur” için seyrediyor olduğunu fark etti. Özel bir mülke giren hırsız gibi hissetti ve gözlerini kaçırdı.

“şehvetin bu evden eşyalarını toplayıp gitmesi aşktan hemen sonra oldu sanırım. Aşksız olmasına rağmen şehvetin minik yardımları ilişkimizi ayakta tuttu. Ama şehvet aşkın olmadığı yerde uzun süre duramıyor.”

Uzun zamandır orgazm olabilmek için gözlerini yumup O’ nun yerine başkasını koyuyordu. “O da aynısını yapıyor” diye düşünüp içini rahatlatmaya çalışsa da düşüncelerde de olsa aldatmanın verdiği kendinden iğrenme duygusu her yanını sarıyordu. İçine giren penisin verdiği duygudan nefret ediyordu çünkü uzun bir süredir hissettiği tek şey “başkasına” aitti. “ hayali de olsa”. sol eliyle göğsünü tutardı her zaman.

Birleşmenin hemen ardında içinde yumuşayan penis ve birden bire sessizleşen bedenler.

Gözleri birbirine tıpkı karşılıklı iki köyün ışıkları gibi görünüyor. Ve sanki iğrenç bir şeyi yapmış olmanın huzursuzluğu ile hemen ayrılıveriyor bedenleri. O nu yatakta bırakıp banyoya koşuyor kadın. Ve aldatmayı yıkıyor bedeninden. O ana ait hiçbir nefesi ve ıslaklığı vücudunda barındırmak istemiyor. Sadece yıkıyor. Ovuşturarak yıkıyor. Odaya döndüğünde sırtüstü yatana bakamıyor. Ve sanki müstehcen bir şeyin parçası gibi hissediyor kendini. Sağ tarafa yatıyor. Çarşafa sarılıyor kendi ile müstehcen olan arasına set çekebilmek için.

“Şehvet bizi terk edeli çok oldu”

Evet, şehvet orayı çoktan terk etmişti. Ve iki kişinin paylaşabileceği en güzel paylaşım onlar için artık zorunluluktan ibaret. Sevişmelerinin ardından hissettiği üzüntü ve diğer duygular ile savaşmaktan yorulmuştu. Ellerini yastığın altına soktu. Yastığın altı her zaman serindi. O serinlik rahatlatıyordu onu.

“yarın söyleyeceğim ayrılmak istediğimi”

Ama asla yarın gelmez. Hep yarını bekler. Ama yarın hep uzaktan göz kırpar ona. “Bugün asla söyleyemem yarın” ile günler hep birbirini kovalar durur.

-ben geldim!-hoş geldin!

<>