29 Ağustos 2008 Cuma

Don't Open The Bottle ( Till We Meet )

Alevler içinde gözlerin
yılan derisi tenin
yanıyoruz
kubbemiz gök
duvarlarımız yok
dökülüyoruz rüzgarla savrularak
süzülüyoruz yavaşça aşağılara
iniş izni istiyoruz avaz avaza
ahengimizi
yaşadığımızı hissediyormusun
Eşiğindeyiz herşeyin
bunun farkındayız
ama bilemiyoruz tam olarak
nine inch nails
neyiz ve nerelerdeyiz..

Loco

Sana...

Buz gibi ve hafif sarı bir gölge olan güneşe bakılabilir. Gözlerini korumadan bakabilirsin o haline, soluk bir şekildir sadece.

Üst geçitten geçerken köprü korkuluğuna dayanıp aşağı doğru baktım. Her zaman sevmişimdir tren raylarının kenarlarına serpiştirilmiş, eski yapı, büyük sarı taşlarla yapılmış demiryolları çalışanlarının aileleri ile kaldığı ve her birine ait minik bakımsız bahçelerin içindeki evleri. İlk anların coşkusu kalmayınca bahçe kendi haline bırakılır ya.. her yanı ayrık otları, dikenler ve böcekler sarar.
-her şehirde de bu evler böyle midir? Birbirlerine benzerler mi?

“sizin orada da o evler sarı taştan mı? Bakımsız bahçelerin içinde..”

Makas değişirken çıkan sese, yük trenlerinin sesine alışmış minik çocuklar oynar bahçelerinde. Sıcağın en yoğun olduğu saatlerde zoraki bir bakım olmadığından olduğu gibi, olması gerektiği gibi, olmak istediği gibi büyüyen ağaçların gölgesinde kendi uydurdukları minik oyunlar oynayan çocuklar. Birbirlerine çok uzak olmayan bir geçmişte yaşamış korkunç bir adamın hikayelerini anlatırlar.
-hani çocuk, yaşlı demeden trenin kömür kazanına insan atan adam. Hani tren bacasından çıkan dumanın renginden anlaşılırdı yaptığı.

“Sizin oralarda böyle hikayeler var mı? Bir gün anlatır mısın?”

Ya hayaletler, karabasanlar gerçek midir? Burnuna kadar yorganı çekip karanlıkta yatağının etrafında bulunan eşyaları seçmeye çalışıp onları zararsız kılmaya çalışan çocuğun hayalleri.. kim diyebilir ki onlar gerçek değil?
Gündüz rastgele sandalyenin üzerine fırlattığı mont, karanlıkta kendini süzüp bir an yakalasa üzerine atlayacakmış gibi duran bir hayalet. O hayalette en az mont kadar gerçektir.
Bir çocuğun endişelerinin, çaresizliklerinin, dış dünyaya olan güvensizliğinin ve korkularının cisimlenmiş gerçekleridir onlar.

“senin korktuğun nedir?”

Ama aynı çocuk için hafif bir esintide oynayan tül perdenin arasından sızan gün ışığının duvarda oynaması da içeri giren küçük iyilik perilerinin ayak izleriydi.

“ çocuk olmak bu değil mi? Fantezilerin gerçeklerle karıştığı çizgide bir ileri bir geri gitmek”

Ne zaman çocuk olmaktan çıktık.. hortlaklarımız gardroba, hayaletlerimiz ay ışığında gölgesi duvara vuran ağaçlara dönüşünce, minik perileri avizeden koparılmış kristal parçalarının ışık oyunlarında yitirdiğimizde mi kaybettik çocukluğumuzu?

“bana bir masal anlatır mısın, sana ait”

-Bugün olan bir şeyi anlatmak istiyorum sana: bir kadın kucağında bebesi en fazla bir buçuk yaşında.. sıcaktan huzursuz , ağlamaya başladı. Çığlık çığlığa..
Annesi için onu susturmanın tek yolu ağzına bir şey vermekti. Ve herkesin içinde sütle dolmuş gögsünü çıkardı verdi çocuğun ağzına. gögsü bu şişmeden dolayı yeşil yeşil damarla kaplı idi. Meme ucu dişi çıkmış çocuğun ısırması yüzünden ezik, şiş ve yaralıydı. Çocuk sustu.. emmeye başladı annesinin memesini. Ama asıl ilginç olan o kadar erkek çevresinde olmasına rağmen kimse şaşırmadı. Kadın sanki soyunuk değilmiş, memeleri görünmüyormuş gibi davrandılar. hiçkimse gözucu ile bile bakmadı.-

Kurallar girdi hayatlarımıza, kollarımıza takılan saatlerle zamanında bir yerlere yetişmek mecburiyeti girdi hayatlarımıza. Zamana olan esaretimiz başladı. Ve bu esaretle başladı yüzlerimize maske takıp, olmamız istenilen kişiye dönüşme sürecimiz.eleştiriler ve yorumlar girdi hayatımıza.. zorundalıklarımızla bastırdık o küçük çocuğu. Seçimler girdi hayatlarımıza. Kiminin iyi sonuçları vardı. Ama büyük çoğunluğu hayatlarımıza pişmanlıkları soktu. “keşke” demeyi öğrendik böylece.

“keşke ile başlayan cümlelerinde yiten hayallerinden bahseder misin bana?”

Değişirken başarılı da olduk velhasılı. Yarattığımız insanı oynarken gerçekten başarılı olduk.
Kendine ihanet etmek değil midir bu ama içten içe biliriz ki fark edilmeden yaşamanın tek yolu da budur.
Sıradanlığın yarattığı güvene sığınarak yaşamak. Huzurlu olmanın tek yolu bu demek ki.

“sadece huzur için hayallerinden vazgeçmenin üzüntüsünü ara ara sen de duyar mısın?”

Hayat bir tiyatro sahnesi..

Ömer Hayyam’ın dediği kutuya girmeden önce rollerimizi oynamak zorundayız. Kaprisli, huzursuz, endişeli, işgüzar, çalışkan, tembel, acımasız, hoşgörülü, hastalık hastası, karamsar, neşeli, sevgi dolu, hain, yalancı, dürüst o ana hangisi lazımsa onu oynarak sergileriz kendimizi.

Yürürken geçip gidiyoruz. Bir anlık bir dokunuş, bir koku kalır aklımızda diğerlerinden.

“Bir insan ne kadar yaşar?”

Çığlıkla başlayıp bir nefesle bizden giden hayat.. ve bu iki durumun arasına sıkışmış kısacık bir ömür.

“sadece bu kadar mı?”

Bir insanda bıraktığın koku.. ve o insanın hayatı boyunca herhangi bir durumda aniden seni hatırlaması da bir an için o kişide yaşamaktır. Söylediğin bir şey ya da sevdiğin bir müziğin hangisi olduğunu bilen biri için sen her zaman varsındır.

“yaşamış olabilmenin yolu hatırlanmak değil midir”

Dağınık cinsel istekler ile sevginin karıştığı dönemlerde birden nerden girdiğini anlamadan girer hayatlarımıza sevdalarımız. Sonsuz bitmeyecek bir aşkla taptıklarımız.. bir dönemi bölüştüğümüz insanlar. Hepsini de sevdik biliyorsun.. çıplak ayakları ile evin her yanını adımlarken o, gözümüz kapalı iken bile nerde olduğunu bilirdik, diğer odada sendelerken elini duvara yaslayınca o sıcak eli tenimizde hissederdik. Hala bazen yalnızken onlardan birinin dudakları değer omzuna insanın.
Ama geldikleri gibi aniden giderler geldikleri bilinmezliğe. Sadece yaşananlar kalır insana.

“sırtına başını yaslayıp sadece kalp atışlarını dinlemenin verdiği huzur.. o ritm ile unutmak ve bütünleşmek, sıcaklığında erimek yaşamı fark etmek.. peki ya sence sevmek nedir?”

Sevmek insanca bir duygudur. Mekanikleşen ve gün geçtikçe daha bir sahteleşen bu dünyada elimizde sevgiden başka doğal olan ne kaldı ki?

Birine , bir yere ait olmak özlemi. Ve sevmek.. iste hayat aslında bu kadar basittir. Bende varolduğun müddetçe benim için yaşamaktasın. Hayata anlam yükleyip gökkuşağının altındaki altın küpünü aramak boşa vakit kaybı. Küpü bence fantezilerimizi yitirdiğimiz çocukluğumuzda bırakmalıyız. İsim vermek, kuralları hatırlamak her daim, bunları da hayat karmaşasında diğerlerine uymak için taktığımız maskeli zamanlarımıza bırak.

Bana olduğun gibi gel. Tıpkı şarkıdaki gibi.-sen hangisi olduğunu biliyorsun-

24 Ağustos 2008 Pazar

Akşam






















derdim: yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,
siyah örtülere sardı şehri karanlık;
kimine huzur iner gökten kimine gam.
Charles Baudelaire

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Fil Adam

“normal insanlar derinde bir yabancı korkusu ile yaşarlar.insanlık tarihinde yer alan linç, soykırım ve benzer “nazik” olaylar göz önüne alındığında bu hiç şaşırtıcı değildir” Arthur C. Clarke

tarzı olmamasına ve film boyunca “etkilenmeyecek bir insanı tanımak bile istemem” dedirticek duygusal sahneler olmasına ve “kolay anlaşılabilen” bir film olmasına rağmen Lynch’ in en güzel filmidir.


Film 1980 yapımı. Yönetmeni David Lynch.

Sir Frederick Treves'in The Elephant Man and Other Reminiscences ve Ashley Montagu'nun The Elephant Man: A Study in Human Dignity adlı kitaplarından uyarlandı. Senaryosu Christopher de Vore ve Eric Bergren’e ait.
Filmde :

John Hurt : john merrick
Antony Hopkins : dr. Frederick Treves
Anne Bancrof : Bayan Kendal
John Gielgud : carr gomm (hastane yöneticisi)
Wendy Hiller : başhemşire Motherhead

Rol almışlar.
Müziği john Morris tarafından yapılmış. Ve Filadam makyajını J.Merrick’in hemen ölümünün ardından alınan alçı kalıba uygun olarak Christopher Tucker yapmıştır.

1860 li yıllarda yaşamış olan Joseph Merrick’ in hayatını konu alır. Yalnız senaryo bazı konularda ve kronolojik olarak gerçek hayat hikayesinden biraz farklıdır.

Victoria dönemi doğu londrasının koyu kasvetli havasını daha iyi yansıtmasından dolayı film Siyah- beyaz çekilmiştir. Ayrıca yapılan makyajın daha gerçekçi durmasını sağlamıştır.

Film bir sirkte “fil adam” olarak freak show da teşhir edilen iyileştirilemeyecek vücut kusurları bulunan John Merrick ile Dr. Treves’ in karşılaşmasını ve hastaneye yatırılmasını anlatır.

Kısaca böyle..

Farklılar..
ya onlardan kaçarız, görmek istemeyiz, görmeyeceğimiz bir yerde tecrit ederiz ya da teşhir ederiz, sergileriz.

Normal nedir?
Bir şeyin normal sayılabilmesi için kaç kişide olması gerekir?
Hangi hakla ve hangi normallikle kendinden “farklı” olana “anormal” diyebilir bir “insan”?

Filmin ilk sahnelerinde doktorun ameliyathanede kullandığı bir cümle dikkatimi çekti. Sanayi devrimi sonrasında insan gücünün yanı sıra makinelerin de kullanıldığı dönem. Ve iş kazalarının artmaya başlaması.

- Bu makina kazalarından çok görmeye başladık, Bay Hobges.Bu makineler korkunç şeyler.Ruhsuz ve mantıksızlar.

Burada makine kullanımının yaygınlaşmasına ve bunun sonucu olan kazalara bir eleştiri olduğunu düşünüyorum.

Daha sonraki sahnelerde Doktor J. Merrick’ i görmeye gider. Onu bir tıp toplantısında sergilemek istemektedir.

“sahibi siz misiniz?”

Doktorun bu cümlesinden Merrick’ i bir insan olarak görmediğini anlıyoruz.-her nekadar ileri sahnelerde ona yardım etmişte olsa- ayrıca Bytes’ ın doktora “Değiş tokuş ettiğimiz sadece para değil..., Birbirimizi çok iyi anlıyoruz, arkadaşım.” Demesi de bu düşünceyi destekler görünmektedir.

Hayatı boyunca aşağılanmaya, hakarete ve hatta teşhir edilirken dayağa maruz kalmış olan Merrick, kişilerin sadece emir vermesi ile hareket eder. film boyunca çoğu zaman bir şeyi yapması için emir verilmesini beklemektedir. Bunu sirk sahnesinden sonra ilk olarak hastaneye geldiğinde görürüz. Kendisini içeri çağıran doktora tepki vermezken, başhemşirenin yüksek tonla içeri girmesini buyurması ile içeri gider.

Doktorun Merrick ile görüşmesi sırasında

Ve bir kez daha bu defa doktor tarafından bir tıp toplantısında sergilenir.

- Akıl durumu hakkında herhangi bir açıklama yapmadın (müdür Gomm)
- O doğuştan geri kalmış.Tamamen aptal biri. (dr. Treves)
-Umarım öyledir.(müdür gomm)

Bu diyalogla da keşfettiği fiziksel bozukluğu tıp kongresinde tanıtmanın gururunu yaşayan, sadece “ şey” olarak gördüğü Merrick’ in ruh durumunun Dr. Treves’in hiç umrunda olmadığını anlıyoruz. Ve toplantının ardından Merrick geri sirke gönderilir. Kronik bronşiti yüzünden ve ayrıca Bytes tarafından dövülmesi ile durumu ağırlaşan Merrick ile doktorun yolu bir daha kesişir.

Filmde hastanede Merrick’e iyi bakıldığı ve abartılı tavırlarla onda olan deformasyon hiç yokmuş gibi davranılıyor. Bu abartılı hareketler de aslında farklılığın daha çok göze batmasını sağlıyor.

Bunu bir sahnede Bytes’ ın doktora söylediklerinden anlayabiliriz.
“- Benden iyi olduğunuzu mu sanıyorsunuz? O ucubeyi istiyordunuz doktor arkadaşlarınıza gösterip,kendinize bir isim yapmak için.”

Ve doktorun başka bir sahnedeki diyalogda belirttiği gibi:

“Bay Merrick'i bir meraka dönüştürdüm. Bu sefer lunapark yerine hastanede.
Adım sürekli gazetede... ve göklere çıkartılıyorum.Hastalar artık sadece beni istiyorlar. Neden bunu yaptım? Ben iyi biri miyim, yoksa kötü müyüm?”

Ve onu ziyarete gelip, yardım etmek insanlar hakkında başhemşire Motherhead

“Bu tip insanların ziyaretlerine niye izin verdiğinizi anlayamıyorum Ama efendim, yüzlerindeki tiksinme ifadesini gördünüz. John umurlarında değil. Sadece arkadaşlarına hava atmak istiyorlar.”

Diyerek insanların ikiyüzlülüğü ile birlikte John’ u sirkte görmeye gelenlerle hastanede görmeye gelenlerin tamamen aynı amaçla geldiğini belirtir.

Hastane müdürü ve Dr. Treves’ in yardımları ile Merrick’ in hastanede ömür boyu kalmasına karar verilir.

Ama tabi ki her durumdan kendine bir kazanç çıkarma isteği olan insanlar heryerde bulunur. Ve hastanede de herkes gittikten sonra orda çalışan bir bekçi de Merrick’ i “göstererek” para kazanmaya başlar. Ve bir karışıklıkta Bytes tekrar Merrick’ i alır ve sirkle birlikte Avrupa ya götürür. Merrick’ in tek isteği Londra’ ya ve hastaneye geri dönmektir. Sirkten kaçar ve geri döner.

Film boyunca etkileyici bir çok sahne var. Fakat en önemli sahneler : Merrick’ in Dr. Treves’ in evine yaptığı ziyaret sırasında Dr. Treves’in karısı Anne’nin Merrick ‘ i ilk gördüğü andan yüzündeki ifadeyi zorla değiştirip kendini gülümsemeye zorlayarak onu içtenlikle kabul etmesi karşısında Merrick’ in ağladığı sahne- “Alışık değilim güzel bir bayan tarafından iyi davranılmaya.” Der Merrick.-
Bir diğeri doktordan kendisini tamamen iyileştirmesini istediği ve Aldığı olumsuz yanıt üzerine “ ben de öyle düşünmüştüm” dediği andaki umutsuzluğu, Bayan Kendal’in kendisine hediye ettiği fotografını annesinin fotografının yanına koyduğu sahnede karşılıklı Romeo ve Juliette’den replik okumaları ve hastaneye dönüş yolunda sadece görmek için çevresini saran insanlara karşı "Ben hayvan değilim, ben bir insanım" dediği sahnedir.

Burada bir not daha düşmek isterim. Doktorun evini ziyaret sırasında Merrick çocukların resmini görür ve nerde olduklarını sorar. Benim yüz ifadelerinden doktor ve karısının birbirlerine “ acaba kırmadan nasıl bir açıklama buluruz” bakışlarından anladığım kadarı ile çocuklar o gün evden özellikle gönderilmişlerdir.

Burada yanıtlayamadığım konu neden? Çocuklar acımasızdırlar, yapmacık olamazlar ve akıllarına ilk geleni düşünmeden söyledikleri için mi? Yoksa ailenin çocuklarını “farklı” olandan korumaya çalışması mı?

Çocuklara ilk öğretilen konulardan biridir “diğerleri”. kendinden farklı olduğuna inandı(rıldı)klarını çevresinden uzaklaştırıp kendi gibi gördüklerinden bir çember oluşturur kendine. Yan yana oturdukları arkadaşlarını önce maddi durumlarına göre ayırmayı öğrenir. Daha sonra ise dini ve ait oldukları millete göre ayırmaya başlar.

“hemşerim memlekete nere?”

Hastanede Merrick’ e ayrılan odada karakalem tablolar vardır. Bu tablolarda yataklarında huzurla uyuyan insanlar tasvir edilir. Ve filmin ilk sahnelerinden itibaren Merrick’ in normal yatamadığını, sürekli oturur vaziyette uyuduğunu görürüz. Bu tablolar filmin son sahnesini hazırlayan unsurlardır. Daha önce hiçbiryere ait olamamış Merrick’ in “ev” olarak görebileceği bir yeri vardır. “arkadaş” diyebildiği insanlar vardır çevresinde. Ve çok sevdiği halde gidemediği tiyatroya gidebilmiştir. O artık normaldir. Ve tablolardaki insanlar gibi huzurla uyuyabilecektir. Ve uyur.

Gene ilk sahnelerde tıp konferansı sahnesinde henüz akıl sağlığı ile ilgili bir bilgiye sahip olmayan( ya da aslında akıl sağlığı ile hiç ilgilenmeyen) doktor Treves Merrick’ i teşhir ederken “genital organların” normal olduğunu vurgulayarak söyler. İlerdeki sahnelerde Merrick’ in zeki olması ve nazik olma sebebinin cinsel yönden kendini bastırıp (ki dış görünüşü yüzünden) başka konularda başarılı olarak yer edinmek istemesini anlatmak istenmiş olabilir. Burada da akla bilindik o eski iddialar geliyor.

“çirkinler okuyarak yahut öğrenerek eksikliklerini zekaları ile tamamlamaya çalışır”

Film ve kitapta (dr Treves’ e ait olan) ismi John Merrick olarak geçer fakat gerçek adı Joseph Merrick’tir. Ve hayatını sürdürebilmek için çalışabileceği iş bulamayınca sirk’ te kendini sergilemek kendi fikridir. Aslında kendi isteğiyle bile olsa bundan başka çaresinin kalmaması düşündürücüdür.

Merrick ile aynı dönemlerde başka filmlere konu olan bir kişi daha vardı.

Karındeşen Jack…

Onun da hedefi toplumdaki “farklı” olanları öldürmekti. O yıllarda da (ne yazık ki günümüzde de) hayatlarını vücutlarını satarak kazanan insanlara karşı acımasız bir tutum vardı.


Kendinden farklı olanı insan yok etmek ister, farklı olduğu için kendine zarar verebileceğini düşünür. Farklı olana hareket imkanı tanımamak için çevresini sarar. Farklı olana sadece gözünün önünde kontrol edebildiği sürece yaşama hakkı verir.

Dünya tarihinin en kanlı dönemlerinde katledilenler hep farklı oldukları düşünülen insanlardı. Dini farklı diye, düşünceleri farklı diye, yaşama tarzı farklı diye, dış görünüşü farklı diye, dili farklı diye, rengi farklı diye ve bedeni farklı diye..

Yıkıcıyız..

Çoğu zaman annesi tarafından bile terk edilir farklı olanlar. Ve farklı olarak yaşamasındansa ölmesini dileyen insanların olduğunu da gerçektir. Doğduğu andan itibaren en büyük hakkı olan yaşam hakkını bile “farklı” olana çok görmelerini “acıma” kisvesi ile haklı çıkarmaya çalışırlar.

En katlanamadığım ikiyüzlülüktür bu..

Filmde bir diğer konuda Merrick’te bulunan genetik bozuk için toplum içinde hatta bence ailesi tarafından da inanılan bir olaydır. Annesi ona dört aylık hamile iken bir filin saldırması ve filden korkması yüzünden çocuğun bu şekilde doğması..bu tarz durumlarda aile kendinde, kendi doğasında o çocuğun farklı doğmasına neden olacak parçaları ( genetik kodlar) taşıdığını kabul etmek istemez. Çünkü kabul etmesi her ne kadar kendi görünüşü normal olsa da( kime göre neye göre) içinde o varlığı taşıdığını da kabul etmesi demektir. Bu yüzden her toplumda bu tarz doğumlarda benzeri hikayeler üretilir. Bir çocuğun halk arasında “tavşan dudak” olarak bilinen genetik bir bozuklukla doğması, annenin hamile iken tavşandan korkması şeklinde açıklanır. Ya da vücut lekeleri.. vücudunda kırmızı lekelerle doğan çocuğun annesinin canı ona hamile iken çilek istemiş şeklinde anlatılır.

1981 yılında film sekiz dalda oscara aday gösterildi fakat ilginçtir ki bir tane ödül bile alamadı. Ne yazık…

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Saki

Çıkmam meyhanelerden ey saki!
esriklik varlıkla bir
yokluk biçilmiş bedenime
erguvani bir şarap sun
kerpiç bir testi içnde
bej kanatlar tak omuzlarıma
ahir zamana kadar
ve öyle bir sarhoşluk sun ki bana
farkedemeyeyim
hayal ile gerçeği
usumun ince süzgecinde bile...

22.4.1999

P.S. null

Erken Gelen Sombahar




Erken gelen sonbahar
sindi her yere
kapı aralarından gözetliyor bizi
kentin fareleri
uğursuz bir karnavalın
gürültüleriyiz sabah yellerine karışan
selamlamalıyız tüm fareleri
fonda küçük çocukların hıçkırıkları
gereksiz frapon kağıtları
karşı kaldırımdaki seyyar satıcı ihtiyar
şüphe yok
eritiyor bizi erken gelen sonbahar
ansızın uyanışlarımız
nevrotik kaçışlarımız
rüzgara kaptırdığımız eğreti yaşamlarımız
kaçınılmaz
bütün aynalarda yanlış yüzler
bütün yüzlerde hain gülüşler....

P.S. Mama take this badge from me
I can't use it anymore
It's getting dark too dark to see
Feels like I'm knockin' on heaven's door

15.12.2000

7 Ağustos 2008 Perşembe

Böyle El Atınca Kalkıverdi

Yıl : 2010

Vatandaşlık numaraları ile adresler değil artık kadınların yumurtalarının döllenmeye en uygun dönemleri de artık numarasından bilinmektedir. Ve ahlak zabıtaları geceleri mahalle aralarından ramazan davulcusu edası ile geçmektedir. Gözlerinde ısı algılayıcı duvar arkasındaki hareketleri de gösteren dürbünler ve kameralarla. Değişmeyen tek şey hoparlörler…

-vayyy Ahmet abi, gene işbaşındasın . maşallah abi her gece her gece..
Beline kuvvet Ahmet ağabeyii.
Devlet seninle gurur duyuyor. Zaten üçüncü de yoldaymış hayırlı olsun abim benim.

-Fikri Abi .. çekmişsin gene hanımı üste. Ne tembel adamsın, Fikri abi
Aferin bacım.. hah öyle üste aşağıya biraz daha hızlı.

-vatandaşlık no: ************* adını söylemicem bu defa görmemezlikten gelip rapor da etmiyorum . çek aleti avradının kıçından..
Yuhh hak yol varken bok yolunda işin nee.. bu sana son uyarımız.

-vatandaşlık no: ******** hanım abla . yutmaaa yutmaaaa. Boşa giti işte. Bir sürü geleceğin mücahitleri gitti.. araya gitti.

Vehasılı aslında gerçekten komik.
Bir devletin işi gücü olmaz halkının cinsel yaşamını da gözetir. Gözlerim yaşarıyor, bu ilgiyle sarsılıyorum.
Yapacak başka işiniz cidden yok mu? Hani dış borçlar, iç borçlar, bozulan ekonomi, kurların tahteravallisi, bomba tehlikesi ve heran canımız emanette dolaşmamız.
Paranoyak bir toplum olduk!
Sinemada arkadan acaba birisi bir şey yapar mı?
Toplu taşıma aracında bomba var mı?

Daha da önemlisi gelecek garantimiz yok, o kadar çok yasa tasarısı geçti o kadar çok değişiklik gördük ki..
-Hadi abiler İran’a bir iki kalkıyorrrrr!

Sosyal güvensizlik yasasını daha hazmedememişken. Şimdi de bu çıktı. Nasıl bir saplantıdır bu! Freud olsa nasıl bir yorum yapardı bu yasa tasarısı hakkında çok merak ediyorum.

Bir devletin elini halkının cinsel organına atması kadar komik bir şey var mı yahu? vatandaşlık numaramı imzamı verdim aldım kırmızı poşeti.. ben otuzbir çekerken saati ile tahmin etmek için mi? Bunu bilmek nasıl bir rahatlama sağlar böyle bir tasarıyı gündeme getirenlere?

Yoksa gelecekte yapmayı planladıkları zorlamalara ve baskılara bir adım mıdır bu tasarılar? Ortam neye hazırlanıyor ?

Bir okulda ibadethane olur mu yahu?
Çocuklarımıza dini bilgilerini vermek okula mı düştü? Hala okullarda din bilgisi gibi gereksiz bir dersin bulunmasını eleştirirken bir de okul bahçelerindeki mescitler mi çıktı başımıza?

Alkol alanı fişle..sigara çetesi kur sigara içenin peşine tak.. dergi alanı fişle .. canı çocuklarıyla eğlenmek isteyen aileye saat kısıtlaması getir. Neden 24:00?
Aracımız balkabağına mı dönüşecek sayın bunu düşünenler?

Bence artık gerçekten kabak tadı veren şeyler var!

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Başıboş

kapat kapıyı

Yatak odasının kapısını, bahçedeki en dış kapıyı, banyonun kapısını, giriş kapısını. Kapı gördüğün zaman aç ve kapat. Kapat ki dışarıdaki her şey dışarıda kalsın. Değişik insanlar, diğerleri. az önce önünden geçerken sigara aldığın büfeyi, içindeki diz boyu pis suyu olan çöplük olarak kullanılan, kenarlarında kahverengi yosunu ve pis kokusu olan kanalı arkanda bırak.

"kapat kapıyı;
yatak odasını, salonu, mutfağı, balkonu, giriş kapısını, o da yetmez, en dıştaki bahçe kapısını…, sıkı sıkıya kilitle kapanacak tüm kapıları. Sıkıca kilitlediğinden emin ol, kontrol et defalarca. En sıkı kilitleri kullan, sen istemedikçe açılmayan en zor kilitleri .Ve en zula yerinde sakla tüm anahtarları, ulaşamasın hiç kimse. Dışarıdaki her şey dışarıda kalsın.

Ve en zula yerinde sakla tüm anahtarları, ulaşamasın hiç kimse. Dışarıdaki her şey dışarıda kalsın. Zerresi sızmasın içeriye. Belki ruhun sükun bulur"

Üstü kapalı şakaları, araç kornalarını, hemen yolun sağındaki parktan gelen çocuk seslerini, o çocukların açtığı şekerlerinin jelatinlerinin çıkardığı sesleri, biryerlerden gelen nerde olduğu bilinmeyen bir inşaattan ritmik vuruşlar halinde yükselen makine seslerini, penceresi açık bir evden gelen çamaşır makinesine karışmış süpürge sesini, otomobil dilinin “ ben ne halt ettim” anlamına gelen fren sesini arkanda bırak.
Evlerden, cafelerden, sokak aralarına konuşlanmış kebapçılardan yükselen dumanı, pide fırınından gelen pişmiş hamur kokusu ve birbirine karışınca mide bulandıran yemek kokularını, yanından hızla geçen adamdan gelen ter kokusunu, ince gögüsten robalı elbise giymiş ve buram buram terlerken bacak arasının pişmesi yüzünden yalpalayan geçkin kadından yükselen limon kolonyasının eşlik ettiği o ekşimsi kokuyu, kenarlara serpiştirilmiş bitkilerden gelen toprak ve çiçek kokusunu ardında bırak. Güneşin üstünde parladığı artık erimek üzere olan asfalttan gelen kokuyu dışarıda bırak.

Cadde, birbirlerinin üzerine doğru yürüyen insanları arkanda bırak. Gölgede bile kendi terinde haşlanmanı sağlayacak ısı, rahatlıkla gözle görülebilen yerden yükselen titrek bir buhar, pişmeye hazır mısın?

Bezgin yüzler ve iki yanda salınan ellerin yardımı ile varmak istediği ama asla ulaşamadığı noktaya hızla yürüyen insanlar. Birbirlerine çarpanlar, yolda durup taşak düzeltenler, kıçının arasına külotu sıkışmış gibi külotunu düzeltenler, çocuğunu arkasında çekiştirip götürmeye çabalayanlar, elleri birbirine yapışmış elele yürüyenler, başlangıç noktası ile varış noktası arasında bir ara durup vitrin seyredenler tıpkı bir çizgi film karakterinin koşarken aniden bir durup kameraya iki kolunu açıp omuz silkme hareketi gibi.. bir gizli kamera tarafından her hareketi izleniyor gibi davrananlar, abartanlar, korkanlar, tedirgin adımlarla ilerleyenler, kaldırımda çizgilerin üzerine basmamak için seke seke yürüyenler, yürürken bir şeyler yiyenler, karşıdan geleni tanıyıp ablak yüzüne salak bir sırıtış yerleştirenler, “beni gör lütfen” amacı taşıyan gereksiz el kol hareketleri yapanlar, kendi kendine konuşarak yürüyenler, yanındakiyle konuşarak yürüyenler, gölgesinde yürüdüğü binaların klimalarından damlayan suya küfrederek yürüyenler, üzerine giydiği naylon katkılı bluza kolunu her sürtüğünde mideni kaldıran o sesi ve kırpılmış saçları ile annesinin ardında zırlayarak yürüyen çocuğu.. hepsini arkanda bırak.

Az önce yanından geçerken belediyenin işçilerinin her hafta yaptığı ritueli seyrettin. Köksüz çiçekleri havuz kenarına ekmelerini. Onlar kurur ve gelecek hafta yenileri ekilir.. harcanan emek, harcanan zaman. Diğer işçilerin dipteki pislikleri temizlerken birbirleri ile şakalaşmalarını seyrettin. Ve aynı havuzun kenarında büyük ihtimalle bir aracın çarptığı ağzı yarı açık, kanın kuruyup siyah bir kabuk ile kapladığı yarasıyla sıcakta biraz daha dursa kurtlanmaya başlayacak bir köpek ölüsünü tekmeleyeni seyrettin. Miden bulandı, artık kokular daha rahatsız edici gelmeye başladı.

Adımlarını hızlandırıp havuzu geçtin, bu defa bir sokak satıcısının sattığı şekerlemelerin üzerinde yürüyen sineklere takıldın, ve satıcının ellerini yelpaze gibi sallayarak onları nafile bir çaba ile uzaklaştırmaya çalışmasını seyrettin.


Kaldırdın kafanı mürekkep testine tabi tutulmuş gibi bulutlardan anlamlar çıkarmaya çalıştın. Ordaki de sence az önceki nerdeyse tüm bağırsakları dışarıda olan ölü köpeğe benzemiyor mu? Eğdin kafanı, salladın iki yana doğru.. düşünceleri dağıtmak ister gibi daha hızlı salladın.

Ardına bakmaksızın devam ettin yürümeye adımlarını hızlandırıp, sağına soluna bakmamaya gayret ederek. Nefesini tuta tuta devam ettin yoluna. Kalbin vücudunun içinde yabancı bir ülkede bir başına kalan biri gibi hem korku hem umut ile çırpınıyor.

Sakin ol!
Bir sigara yak!

Elini hafifçe çantanın içine soktun ellerin sigaranı hissettiğinde nefesin yavaş yavaş düzelmeye başladı. Ürkütücü bir güçle çarpan kalbin yavaş yavaş daha önceki o uysal yumuşak başlı haline dönmeye başladı. Ve kafanı kaldırıp uygun bir yer aradın, elin hala çantanın içinde sigarana dokunurken. Yol kenarında üç beş ağaç, birkaç bank ile kendini park sanan iğreti yere daldın. Boyaları yer yer dökülmüş bir banka oturdun ve yaktın sigaranı..

Hemen karşı caddede güneş ışıklarından korunmak için koyu renk film çekilmiş işyeri camlarında oluşan koyu renk resmi inceledin. Hareketli resimleri..
O kadar nahif ki insan denilen hayvan..beyninde hayal kuran, her şeye gücü yeten, sürekli umut veren minik bölge en ufak dürtülmeyle içindeki son özgürlük kırıntılarını da kaybetmesini sağlıyor. yaşarken daha doğrusu yaşamaya çalışırken mecbur kaldığı boyun eğmişliklerine tepki gösteren öfke dışarıdan sadece kıpırdanan dudak hareketleri olarak kendini gösterdi.
Sonrasında içindeki korkuyu, iğrenmeyi ve sigara dumanını dışarı atmak verilen derin bir nefes..

Fakat biliyordun, tekrar nefes aldığında o pis kokularıyla hepsi içine geri dönecekti. Gözlerini kapatsan ve içindeki o derin karanlığa teslim etsen başının döndüren o keşmekeşten kurtulabilir misin?

Tekrar kalktın ve kaldırımda yürümeye devam ettin. Adımlarını sayarak kurtulmaya çalıştın düşüncelerinden ve kokulardan ve görüntülerden.

Ama hayır, insanın kendi içinde bile kendini her şeyden soyutlayabileceği gizli bir korunak yoktur. Her şeyle dosdoğru yüzleşmek gerekir.

Sus!
Nesnelerin dil yakan isimlerini bir yana bırak. Hissettiğini anlatmaya yetmeyen sığ ve yapay ifadeleri unut. Suçlayıcı, sakınan, kitaptan çıkmış kalıpları, yakarışları içinde tut sadece. Yarı açık ağızlara bir şeyler anlatmanın güçlüğü..

Neredesin?
Yittin!
Ellerini yıka!

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Bir Megalomal' ın Günlüğü -1-

Takip ediliyorum kesinlikle..
Arkamda sürekli bir gölge var, nefesini hissediyorum her adımımda. Sebepler o kadar çok ki..
Her an PC ekranımdan biri fırlayıp beni içine çekecek gibi.. Yazdığım her şeyi takip ediyorlar...
Sosyal kimliğim, politik duruşum ve elbette ki bu kadar güzel oluşum..
Sabah aynaya baktım yamulttum ağzımı yüzümü, ama kahretsin be o bile bozamadı bu güzelliği..
Seslendim kendi kendime:
-haklılar kızım, güzelliğin ömrü kısa olmalıdır.
Anneme kızıyorum bazen..
Neden gözlerim böyle iri ve güzel olsun diye doğar doğmaz sürme çekti gözlerime, neden her yanımı tuzladı kötü kokmayayım diye..
Bin yıllık şeceresi olan ailemin en iyi genetik özellikleri bende birleşmiş. Zekâ desen ooooo..
Yazıyorum, okunuyorum, seviliyorum..
Elbette ki düşmanlarım bol.
Gözümü süzsem âşık oluyorlar ama kendi kabahatleri beeee..
Benden tek bir sinyal bile almadıkları halde tek taraflı aşk yaşayan insanlar..
Hınçlarını alamıyorlar tabi ki..
ehu ehu saldırıp duruyorlar, midem bulanmıyor artık (aslında mide diyince aklıma dolma geldi ben de pek iyi yaparım)

Neler değiştirmedim ki..
Çevremi değiştirdim.. Daldan dala zıpladım ben bile artık neyi savunduğumu hatırlamıyorum.

Çıt çıt çıt( 10 dk lık çekirdek arası veriyorum bu merete de bir başladın mı illaki son çekirdeğe kadar gelmek gerek)

neyse takip ediyorlar beni..

İnsanlar kablo üzerinden bilgi aktarabiliyorlar acaba diyorum insan nakli de oluyor mudur?
Oluyordur tabi.
Evimi, telefonumu bana ulaşabileceği reel olarak hiç bir bilgi yokken ellerinde beni takip edebiliyorlar.
korkuyorummmm...

Benle ilgili her konuyu lastik gibi sündürüyorlar dangalaklar beeeaaaa.. Neymişim ben?
Ben de siz gidin de abiniz gelsin diyorum.( acaba abileri yakışıklı mı)

yıllar önce bir film seyretmiştim adam elektrikli sandalyede idam ediliyordu. Sonra böyle garip garip dualar ediyordu. O kısımda tuvalete gitmiştim
o sırada odada olsaydım kesin ne dediğini bilirdim. Ben her şeyi biliyorum. Sonra adam elektrik telleri ile kendini oradan oraya naklediyordu.
İnternet üzerinden bana ulaşacaklar.

Takip ediliyorum.
Az önce arkamda biri nefes mi aldı? Sanki ensemde bir nefes hissettim..

Filmlerde falan “tanık koruma programı” vardı. Başvursam mı acaba?
Sesime ses ver, ey içimdeki zeki ve güzel kadın..
“aşk gibi sevda gibi, huysuz ve tatlı kadın”
Bunu yazan bana yazmış gibi..
Bugün de çok akıllıyım..

Evet.. Evet..peşimdeki sanal düşmanlarımdan kurtulmanın tek yolu bu gibi. Kimliğimi değiştireceğim. Adım-adresim-işim.
(ya ajanlar hem yakışıklı hem de iyi maaş alıyorlar hem de karizmatikler.. ehu ehu bir taşla iki kuş)

Peşimdekilere de hak vermiyor değilim aslında. Ben de olsam benim peşime düşerdim.