30 Mayıs 2008 Cuma

Kırmızı, Külrengi

Artık soytarılar aldı bilgelerin yerini
Bir kral belirlediler içlerinden
Ve bir yıldır üzerinde yürüdüğümüz keçi yolu
Bir yıl bir gün sonra kralın yolu oldu
Ve toplandık yeni kralımızı taçlandırmak için
Onurlandırmalı ve bağlılığımızı bildirmeliyiz
Kalabalık karşıladı kralı
Yerlere kadar eğildik
Görkemsiz ve aptal görünüyordu kral
Tüm tebası gibi
Mutsuz, huzursuz ve kötü bir hayatımız vardı
Üç-dört yıl sürdü
Ve doğudan bir barbar
Yüzümüze karşı söylenmiş bir küfür gibi
Önce ileri karakollarımızı kılıçtan geçirdi
Hasata başladı barbar kral
Kanla suladı toprağımızı
Ve insanlarımızı biçti
Korktuk, kralımızın etekleri altına saklandık
Sanki oklar delip geçmez
Saplanmaz gibi etlerimize
Parçalanmış kafalarımız düşmezmiş gibi
Kadınlarımızın çatlamış avuçlarına
Ama kralımız altına kaçırdı
Tam üzerimize pisledi
Bir gec yarısı doğulu kral
Bir nefes kadar yaklaştı bizlere
Ve katletti hepimizi
Kralımızı
Akan kanı daha fazla
Kabul etmedi toprak
Ve dökülen kanda yansıdı ay
Kırmızı, külrengi

19/01/2004 Cengiz-El Loco-

Bugün Kalan Hayatımın İlk Günü

Uzaklarda;
Bir çift safir kanat takıp omuzlarına
Uçuyorsun!..
Eriştin mi bulutlara?
Ne kadar ucuza harcadık
Bir avuç olduğunu
Bildiğimiz halde zamanı
Umuda dönerken insan
Umutsuzluğa, yokluğa veya
Sensizliğe
Mahkum olması normal midir?
Yaşam başlıbaşına bir anormallik zaten
Bir zamanlar içlerinde yaşadığımız
Şarap şişelerinden bile uzak duruyoruz
Deniz kıyılarına bile inmiyoruz artık
Benim standart sevgilim
Biri deniz fenerini bombalasın
Her şeye şahit o!
Ne zamandır Haydarpaşa’ yı karşıdan görmedim
Biri deniz fenerini bombalasın
Asla tutamayacağımız sözler verdiğimizin
Tek şahidi o!

Talan devam ediyor
Bir başladı mı durdurulması zor
Bir paragrafa sığdırdığımız
Tüm yaşanmışlıklarımız
Talan ediliyor
Oysa roman yazmak istiyorduk
Suyun üzerinde yürüyebilecek anlarımız vardı
Bir mucize yaratabilirdik
Kuşkusuz
Kentin yağmurlarında
Yetiştirdiğimiz gül bahçemize
Girip,
Yok ettik biz
Ve onlar
Her şey ne yazık ki bir şişe şarap esrikliği
Sabah kalktığında başağrısı
Kalıcı değil
Ama ben esrik doğdum
Eminim,
Öğreniyoruz her devinim bir ders
Ama ana fikirleri
Kendimize bile itiraf edemeyecek kadar
Korkağız

Bonkör olmadığımızı kimse söyleyemez
Hatta bir haftalık ömrümü
Çay içtiğimiz kafedeki garsona
Bahşiş bıraktım
Engellenemez tein ihtiyacı
Şu saydam gri gülen gözlerin
Biri deniz fenerini bombalasın
Israr ediyorum
Biliyorum üzüleceğim
Fakat biri yapmalı
Ben;
Cebimde çocukluğumdan kalan sapanım
Seni avlamaya geliyorum

03/07/2000 Cengiz- El Loco-

Donmuş Kadife

Hissediyorum
Çok soğuk
Ve biliyorum ki
Bir mermi namluda dondu kaldı
Kadife kılıfını parçalayıp
Yoluna düşecek
Mesafesini alacaktı
Donup kaldık
Yapıştık
Donmuş kadife
Tatlı yumuşak temasını hissettirmiyor
Hareket ettirmiyor
Soğuk derimi yakıyor
Ve karanlık geliyor

10/11/2003 Cengiz- El Loco

Sonbahar Gelmiş Gibi

Hüzün gözyaşıyla başlar
Ağlayışlar umutsuzluğu getirir
Kaybediş sonbaharı sevmekle başlar
Bazıları neden güneşi sevmezler
Bilir misin?
Güneşi görmemiş insanlar değil
Güneş ışığının ne olduğunu bilenler
Karanlık sonbahar
Yumuşatır acıları
Dayanma gücü vermez
Sadece bir parçanmış gibi hissettirir
Hep varmış bu hüzün yüreğinde de
Sonbahar sayesinde farkına varmışsın gibi
Gözyaşları yağmur taneleri gibi
Yeryüzü ağladığından değilde
Mevsimin özelliğiymiş gibi
Ruhundaki alacakara
Senin sonbaharın gelmiş gibi
Bilebilmen için
Sert bir kışın geleceğini
-kışın çok sert geçeceğini-

19/10/2003 Cengiz- El Loco -

29 Mayıs 2008 Perşembe

Geceyarısı Kuşları

I

Gel! Küçük sevgilim
Ay yükseliyor
Yılana binelim
Kertenkele Kral bizi şölene bekliyor
Artık gidelim
-bekletmeyelim-

II

Havada asılı kasveti
Ve arkaik
Ve tozlu septik
Ve laneti saklayan
-içinde barındıran-
Tozlu bir yazıt
Erken gelen sonbahar

III

İlk veya son fark etmez
Yeter ki bahar gelsin
Yağmur yağsın
Toprak koksun

22/08/2003 Cengiz -El Loco-

Poison Whisky

Yarım saattir balkondaki sardunyalarla uğraşıyordu. Açık balkon kapısı ılık bir meltemin içeri girmesine izin verdi.
Duvardaki resimden koparıp düşüncelerimi, kalkıp radyoyu açtım. Kara bir blues yayıldı odaya sanırım ayrılık için bir giriş arıyordu.
Son sözlerin bir nutuk edasında olmasını severdi. Hiçbirşey ifade etmiyorduk uzun zamandır birbirimiz için.
Alanya’daki pansiyonu düşündüm. Bahçesindeki tek erik ağacını. Hafifçe bir ürperti yaladı bedenimi.
Sigara paketime baktım boştu. Lyn-sykn cd mi alıp, çıktım. Köşedeki dükkandan bir kısa camel aldım.
Radyodan naklen maç anlatılıyordu. Bozuklukları cebime koyarken kayıtsızca genç adama sordum :

-maç kaç kaç?

Sanırım geri dönmeyecektim.

28/06/2000 Cengiz-El Loco

Save Dedi Gönlüm

Çizilmemiş resimler var tuvallerde
İçilmemiş şaraplar bağlarda
Sevilmemiş kadınlar köşebaşlarında
Kahramanlarımız tek tek
Terkediyorlar bizi
Bilirim ki bir dönem birlikte göçer
Acelesi olmayanlar ve direnenler dışında
Peşimde hep zamansız ölümler
Hoyratça sevilen göğüslerinde
İnce bir sızı var bugün
Biliyorum
Başın sağolsun

03/07/2000 Cengiz –El Loco-

Zombiler

Filmlerden bahsederken zombilerden bahsetmemek olmaz. Bugünkü konumuz zombiler. Hayatımıza nasıl girdiler, neden çıkmak bilmiyorlar, kazandırdıkları nedir, kaybettirdikleri nedir, bir zombi politikacı olursa hatta başbakan olursa ne olur? Zombiyi masaya yatıracağız, kendimizi ısırtmamaya dikkat ederek inceleyeceğiz, kıçına iki şaplak atacağız ve sonra geri göndereceğiz.

Atalarımızın bir sözü vardır” rüzgar ekersen fırtına biçersin” ya da “ harmanda izi olmayanın ekinde hakkı olmaz” son atasözü alakasızdı kabul ediyorum. Aslında sürekli bir şey ekersen sonucunda ektiğinin iki katını elde edersin, iyiyse ne ala, kötüyse banane..

Binyıllardır ölü ekiliyor topraklara, artık zombi biçmenin zamanı gelmişti. Zombiler filizlendi ve Hollywood’ da yeniden doğdular.
İlk zombiler yengeç dansı yapar gibiydiler. Hani Fenerbahçe’ nin yengeç dansı . aslında o versiyonu hızlı sanırım Galatasaray’ ın şampiyonluğundan sonra yaptıkları yengeç dansı “böyle isteksiz, hareket etmeye ne mecalleri ne de istekleri var şekline” daha çok benziyor.
Ve ilk zombiler “taze beyin” diye hırlayıp gezerlerdi. Canlı olana düşmanlıkları çok belirgindi.
Sonra zombiler de giderek geliştiler daha hızlı hareket etmeye başladılar, yeme içgüdüsü ile hareket eden zombiler yerlerini tuzak kuran, düşünebilen zombilere bıraktılar.

İşte zombi evrimi kısaca böyle özetlenebilir.

Şimdi en önemli kısıma geçelim . ölüler heryerden akın akın geliyor, böyle ileri doğru hep salına salına yürüyorlar. Amaçları beslenmekten öte herkesi kendileri gibi yapmak. “Ben neysem o da öyle olsun zombi zombi geçinip gidelim bu dünyada” amacındalar. Bu amaçlarını şurdan rahatlıkla anlayabiliriz. İçgüdüleri ile hareket eden ve sadece yemek için parçalayan bu zombiler neden birbirlerine saldırmıyorlar ? kendileri gibi olmayan hayvanlara değin parçalayıp yerler, ısırırlar ama “imhotep, imhotep” diye diye vecde gelmiş gibi yürüyenler gibi ilerlerken asla birbirlerine saldırmazlar. Daha önce de dediğim gibi amaçları herkesi kendileri gibi yapmak.Gayet doğru..
Herkes öyle değil mi? Kendine daha iyi bir yaşam alanı sağlayabilmek için herkes çevresindeki insanları değiştirmek istemez mi? Onları kil hamuru olarak düşünüp, mıncıklayıp, yontup istedikleri şekle sokmayı herkes düşünmüştür zaman zaman.

İlk kurbanlar verilir, geriye bir avuç insan kalmştır. Karşı semtin benzin istasyonunda çalışan bir genç, erkek arkadaşını zombi kapmış bir kız, barda eğlenirken zombi istilasından bir şekilde sağ kurtulmuş bir adam, hamile bir kadın, muhakkak onlara yol yöntem gösterecek askeriyeden kovulmuş bir adam ve tırsak bir adam. İşte bu insanlarda değişim birden yaşanır. Düne kadar kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, dışarıda görsen vasat diyeceğin, zayıf güçsüz bu kadın ve erkek grubu birden değişiverir. İçlerindeki savaşçı ruh birden pörtleyiverir. Hani “rambo” filmlerinden alışık olduğumuz savaşa tek başına giderken hazırlanması vardır ya. Her biri bir “rambo” ya dönüşüverir. Silahlanır ve kırk yıllık savaşçı gibi davranmaya başlarlar. Hatta ne hikmetse hepsi kendini koruma ve dövüşme sanatlarında birer usta oluverirler.

Burada bir parantez açıyorum : aslında “ rambo” dan daha sonraki yazılarda bahsetmek istiyordum ama burada sırası gelmişken belirtmek istedim. Rambonun başına bir bandana takış şekli vardır. Tüm hazırlığını yapar ve en son o bandanayı alnına takar. Bir örtüyü alına o şekilde takmak “rambo” tarafından keşfedilmemiştir. Hatta ileri giderek söylüyorum : rambo taklit etmiştir.
O başa bandana ya da örtüyü o şekilde bağlama şekli ilk olarak Anadolu’ da görülmüştür. Aspirin yok, majezik yok ya gripin bile yok iken kadınlarımızın başı ağrıdı mı tülbentlerini( türban değil türban işlevsel değildir) başlarına aynen o şekilde bağlarlardı. Ağrı kesilir miydi?bilemiyorum ama işe de yarıyor demek ki.-bir ara deneyip söylerim- burada açtığım parantezi kapatıyorum.

Bunlar savaşarak, tekme atarak zombilerin kafasına ağır bir şeyler indirerek kendilerini koruma altına alırlar. Tırsak adamı bir zombi ısırır, virüs yayılmadan kolunu koparırlar. Yani adam elini verir kolunu kaptırır.

Ve işin ilginç yanı hamile olan kadına aşırı ihtimam gösterirler. Burada kadına büyük bir misyon biçilmiştir. Kadın “Havva” dır. İnsan soyunun devamını karnında taşıyordur. Zaten filmin sonunda da nurtopu gibi bir çocuk dünyaya getirir.

Ve bizim savaşçı grup korunan bölgeye varırlar. Bir şekilde zombi istilası da bastırılmıştır.

Yeni dönem filmleri işte bu kısımdan itibaren başlar. İnsanlar kendilerini korumak için yüksek duvarlar inşa eder. Ve korunmanın tercih edilen tek yolu : dışarıdaki gücü kontrol edemiyorsan kendini kontrol altında tut.

Burada tekrar bir parantez açıyorum: daha önce doğa ile iç içe avlanarak yaşayan insan toplu yaşama geçtikçe ilk korkularının üstüne başka korkular da eklendi. İlk korkuları doğa üstü tanımlayamadıkları varlıkların kendilerine dokunması idi. Giyecek hicaptan öte kendini korumak için dışarı ile kendi bedeni arasına bir engel koymak için giyildi (üşümek bile aslında bundan sonra gelir) giyecek yeterli gelmeyince evler inşa etti kendini hapsetti. Daha sonra kilitler, kendilerini kilit altına aldılar. Ama artık sadece doğa üstü varlıklar değildi tek korktukları. Diğer insanlardan da korkmaya başladılar. Kendilerini sınarları çizilmiş ülkelere hapsettiler. Burada parantezi kapatıyorum belki bu konuyu daha sonra yazarım tekrar.

Artık insanlar zombileri dışarıda bırakacak şekilde kendilerini yüksek duvarları arkasına kilitlemişlerdir. Artık korku biraz olsun hafifleyince insan gene tutkuları ile baş başa kalır.
Gene hiyerarşi oluşur gene alt tabaka en dipte üst tabaka en yukarda. Eşitlik biter. Sadece hayatta kalma mücadelesi insanları bir süreliğine eşitlemişti. Fakat “öküz öldü ortaklık bitti” misali dıştan gelecek tehlikeye karşı kendilerini güvencede hissetmeye başladılar mı ilk işleri içerde de DİĞERLERİ ile aralarına sınır çizmek olur. İlkel bir hiyerarşi.. sıralama şu şekilde olur : yöneticiler, bilim adamları, din adamları, savaşçılar, işçiler ve daha alttakiler. İşte bu en alttakileri anlatayım çünkü diğerlerinin görevleri az çok belli..

Efenim en alttakiler üsttekilerin oyuncağıdır, yemleridir, kuklalarıdır.

Virüse karşı ilaç geliştirmek için canlı denekler gerek, değil mi?
Savaşçıların avlanabilmeleri için bir yeme ihtiyaçları var, değil mi?
Din adamları “ sahte umut” dağıtacakları bir tebaya ihtiyaç duyarlar, değil mi?
Yöneticiler de eğlenmek isterler. Mesela arenada bir zombi ile dövüştüreceği “varlığı yokluğu bir” olan bir canlıya ihtiyac duyar, değil mi?

Elbette.. tüm soruların cevabı bu işte..

Ayrıca bu piramidin üstünde olanlar ani bir zombi saldırısında kaçabilecek zamana sahip olabilmek için canlı duvarlara da ihtiyaç duyarlar.

Velhasılı ben bu filmlerde en çok zombileri seviyorum. Böyle bir durumda gönüllü olarak kendimi ısırtırım. Sürekli korkmaktansa, korkulan olmak daha yeğdir.

Yürü yarı bilinçli bir halde ileri doğru marş marş..

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Orda Bir Ada Var Uzakta, İşte O Ada Benim

Uzun zamandır çalışan herkes gibi ben de emeklilik dönemlerimde dinlenmek ve sukunet isteyenlerdenim. Gürültü, teknoloji ile uzun yıllardır haşır neşir olmak ve kalabalığın içinde sürekli bir iğne tanesi olmak beni yordu. Evden işe, işten eve nadiren çık dışarı arkadaşlarla, alışveriş yap hayatım bu rutinde devam ediyor tıpkı herkes gibi.

Geçenlerde Handan’ ın asmalı ev hayalini okuyunca gözümün önünde istediği ev canlanıverdi. Anlıyorum onu.. deniz ya da göl istiyor durgun bir su görmek istiyor yani dinginlik istiyor hayatına. Yeşil renkler ağırlıklı istiyor çevresinde yani huzuru, barışı bulmak istiyor. Ve her şeyden güzeli sırtını salıncağa dayayıp tembellik yapmak istiyor.(aslında ben onun tembellik yapabileceğine inanmıyorum. Hamarattır o. Hiçbir şeyle uğraşmasa bile sebze, meyve yetiştirir bahçesinde. İlla ki bir şeyler ile uğraşmak ister o)

Ben de dün gece düşündüm bunu, hatta düşüncelerime kardeşimi de ortak ettim.

Ben asmalı ev ya da sahil kasabasında pembe pancurlu bahçeli bir ev istemiyorum. ben bir ada istiyorum şöyle 300 metre kare. Ada üstünde bir ev evin üç tarafı denize sıfır bir adette palmiyem olsun. (ıssız adanın sin qua non’ u palmiyedir)

Şimdi ben tembel biriyim, bahçe işinden hiç anlamam. Balıkçılık da yapamam korkarım bir kere böyle canlı canlı kımıl kımıl gördüğümde. Haliyle Pazar alışverişi için karşı adaya gitmem gerek. Kapı önünde herkes araba ister, ben sandal istiyorum. Motorlu olsun kürek çekmek derdim olmasın. Zira ben o kadar güçlü değilim.

Pazar alışverişine gideceğim ada muhakkak yakınlarda görebileceğim bir mevkide olmalı. Çünkü yön duygum yoktur. Sağ ve solu bile karıştırırken engin denizlerde kaybolurum ben. Sonra sandalım alabora olur. Yüzme de bilmiyorum ölür gider balıkları yemeği düşünürken onların öğle yemeği ben olurum.

Bu hayalleri kurgularken gece, aniden aklıma ne kadar bahtsız olduğum geldi. Malum kelepir bir ada bulmam gerek. Kalkıp ünlü film yıldızları gibi binlerce kilometre karelik yavru-kıta alamam. İşte bi palmiye birde ev sığacak. Üçyüz metre kare yeterli.

Ya bu kelepir ada yüzyıllardır uyuyan bir yanardağın krateri ise, Ya ben evimi yapıp yerleştiğim gece uyanmaya karar verirse?

Ya da benim kelepir adam bir atol ise.. ya bana onu gel-gitlerin git kısmında kakalamışlarsa?
Bir uyanıyorum ev yarıya kadar su ile dolu. Halılar, koltuklar, televizyon kitaplarım suyun altında..

Ya ben adama taşındıktan sonra minik bir tsunami adamı yerle bir ederse?

Ya komşu adanın halkı keçilerini benim palmiyem ile doyurmaya kalkarlarsa?

Ada sahibi olamadan sorunları beni buldu iyi mi?

Şimdi keçiler için çözüm, adamı çitle çevirmek bir de bayrak dikerim kimse giremez. Çit yetmez yahu.. dört metre uzunluğunda duvar ördüreyim. Duvar üstüne cam kırıklı beton, bir de elektrik verilmiş dikenli tel.

Atol adası veya krater olmadığını anlamak için ise, jeolojiden anlayan birkaç arkadaşa rica edip inceletmek gerek.

Yiyecek ve su sorununu herhalükarda çözdüm. Sandalım var, karşıda da bir ada var. (bu arada ada almak için tüm paramı bitirirsem ne yaparım bilemiyorum. Bu hayal ancak şöyle vücut bulabilir: adayı taksit ile alacağım, emekli maaşının yarısı takside kalan yarısı da ihtiyaçlara gidecek)

Kanapenin üstünde konuçlanıp tv karşısında geçireceğim kalan yıllarımı. Arada kalkıp internette gezineceğim, Cengo’ yla, Handan’ la, Camille ile, ailemle, kızımla chat yaparım.

-Arada gelin beni ziyarete! Palmiyemin altında rakı içeriz. Size Hindistan cevizi ikram ederim(yahu tadı hiç güzel değil) yok ben size portakal ikram edeyim.

Korku Filmleri

Daha önce bir çok yere yazdığım ama sürekli site editörleri ile düştüğüm tersliklerde kurban olan seçilip yok edilen yazılarımda da yazmıştım. Çoğu habersiz gittiği için yedekleri de elimde yok.

Neyse efenim ;
Uzun yıllarımı televizyonkolik ve sinemakolik olarak geçirdiğim için – daha öncede belirtmiştim- birçok filmi izleme olanağım oldu. Dünya sinemalarında başlayan her yenilik muhakkak kendini Yeşilçam’ da da( bir ara Babıali yi de bir cümlemde kullanıcağım içimde ukte kalmasın hiçbir isim ve kelime) gösterdi.
Mesela küçük hanımefendi filmleri yapıldı bizim burada göz dolduran ihtişamı ile Belgin Doruk, sonra dünya sineması çocukların başrol oynadığı filmler yaptı.. ee bizimkilerin neyi eksik ? bizde de Ayşecik, Ömercik ve diğerleri yapıldı. Ardına korku sineması.. ilk drakula filmlerinden biri Nosferatu ise dünyada, bizde de “Drakula İstanbul’da” yapıldı başrolde Atıf Kaptan vardı. Hatta filmde bir çok sahne daha sonra Amerika sinemasında kullanıldı. Ya da bir diğer korku filmi Çığlık, 1949 da yapıldı ülkemizde. Tabi yabancı drakulalardan sakınmanın yolu sarımsak, haç ve incilse bizim İstanbul drakulasından korunma yolu tıpkı filmdeki diğer karakter Avukat Azmi’ nin yaptığı gibi muska idi.

Yurtdışında 70 li yıllarda korku sinemasının kült filmlerinden olan “the exorcist”- şeytan- çekildi.. ee biz duracak mıyız? Metin Erksan tarafından 1974 yılında “şeytan” adlı film yapıldı ama üzülerek söylemek gerek “the exorcist” filminin birebir kopyası sayılırdı.

Bilimkurgu filmleri dönemi başladı dünyada yıldız savaşları, atılgan gemisi ve kaptan kirkli mr spaklı uzay yolu ve diğerleri.. bizde neden olmasın? dünyayı kurtaran adam, turist ömer uzayda..

Spielberg E.T yi çekti, bizim E.T. mizin adı Badi idi.

Elbette yetersizlikler, o dönemde animasyonlar vardı biz mi yapmadık denilebilir- ki yerden göğe haklılar.

Ama ben bir konuda konuşmak istiyorum. Korku filmleri, gerilim filmleri…

Bence Türkiye de korku ve gerilim filmi yapılamaz….çünkü korku ve gerilimi verecek durumlar ile ülkemizde karşılaşmamız mümkün değil.

Örnekleyeyim:

- bazı filmlerde oyuncular gecenin bir yarısı uyanır ve karanlıkta yatağın altına bir cisim düşürürler. Hemen almalıdır o cisimi. Eğilir yatağın altına ve olaylar gelişir…

bizde bu mümkün değil. Eğri oturalım doğru konuşalım. Sabah erken kalkacaksın işe, okula ya da ne bileyim sadece erkenden gidecek olanlara kahvaltı hazırlaman gerekiyordur. Gece yarısı uyandın... yapacağın tek şey yeniden uyumaya çalışmak olur. Öyle kıpır kıpır bir şeylerle karanlıkta uğraşmaz kimse. Hadi uğraştı diyelim.. yatağın altına düşen cismi o an..o karanlıkta hangimiz eğilip alır yahu? Sabahı beklesin deriz. Çoğu zaman günlerce yatağın altında konakladığı olur o cismin. Ta ki gerekene kadar. Ehh o zamana kadar yatak altındaki varlık çoktan sıkılmış olur zaten.

- bazı filmlerde gençler topluca kampa giderler. Aralarından birinin tuvalet ihtiyacı olur. Gruptan ayrılır ve başına gelmedik kalmaz.

Maalesef biz de bu da mümkün değildir. Hayatları sürekli o sınavdan öbür sınava koşmakla geçen gençlere pek vakit kalmaz. Ama gene de kamp yapabildiklerini düşünelim. Bizimkiler kirpi ailesi şeklinde hareket ederler. Yani biri bir yere mi gidecek, diğerleri de peşinde... hiçbir sapık aralarından bir kişiyi tek başına yakalayamaz.

- gene aynı gruptan biri kaybolanı aramaya gider. Böylelikle sapık onları tek tek avlar.

Bu da yukarda anlattığım gibi komun şeklinde hareket ettiğimiz için geçerli değil

- sapık, seri katil kadını gözler. Kadın yalnız yaşıyordur, ailesinin evinden ayrılmıştır. Kadının ne zaman nerede olacağını, ne zaman eve döneceğini bilen sapık kız gelmeden önce eve girer ve kızı beklemeye başlar.. kız gelir ve gene acı son. Adam iz bile bırakmadan kaçar gider.

Bizde bu durum hiçbir filmde uygulanamaz. Çünkü hiç kimse kolay kolay kızının evlenmeden evden ayrılmasına izin vermez. Hadi gene oldu ya? Komşu öğesini unutmayalım arkadaşlar. Bir dikelek amca muhakkak balkon nöbetindedir yahut bir dedikodu kumkuması teyze pencere arkasından gözetliyordur. Bu canlı gözetleme kuleleri evin içinde en ücrada duran eşyanın yerini değiştirseniz bile fark ederler. Yani kızcağız evine gelmeden bu namus radarları, evde bir erkeğin ya da kadının olduğunu görür fuhuş var diye polisi ararlar. Kız gelmeden önce sapık çoktan yakapaça yakalanmıştır. Kızı da mahalleden kovarlar. Kızın sevgilisi değil sapık olduğu anlaşılsa bile kovarlar nedeni basittir: bu gelmeden önce öyle temiz mahalleydi ki hiçbir sapık bu mahalleye giremezdi

- birden elektrik kesilir ve tavanarasından garip tıkırtılar gelmeye başlar. Kahraman uyanır illa ki gidip aşağıda kilerden sigortaları kontrol edecektir ya da tavanarasına çıkıp tıkırtıları kontrol edecektir. Ve gene aynı son.

Biz de maalesef bu da işe yaramaz. Elektrik kesintilerine alışığız basit bir kesintidir denir ve uykuya kaldığı yerden devam eder. Tavanarasındaki sesler mi? Faredir canım, şimdi kim gidip bakacak yarın bir kapan almak şart!

Bir Seven filmi ülkemizde asla çevirilemez. İnsanlar o kadar sıkışık yaşıyorlar ki.. (alan darlığından kaynaklanan sıkışıklık değil) herkes bir başkasının hayat alanına burnunu sokmaya o kadar hevesli ki..çok ıssız sanılan yerde bile insan aslında tek başına değil.

Tabi böyle bir hayat, başkalarının algılarının içinde yer edinme isteği ve başkalarının hayatlarını öğrenme isteği, insanları bu tarz filmler gibi durumlardan kurtarabiliyor.

Ama mesela ev içi şiddet, ensest, tecavüz veya töreselleştirilmiş cinayetler..

Ülkemizde rahat rahat bu konulardan filmler yapılabilir. Başkasındakini görme isteği insanın kendindekini görmesini engelliyor. Ya da sadece susuyorlar kurbanlar..

23 Mayıs 2008 Cuma

Kitaplıklı Kanape ve Sokak süpürgesi

Bugün eve oldukça geç geldim ve eskilerden bir ses kulağımda çınladı.

“nerde kaldın sokak süpürgesi?”

Çok eskiden şimdi bakınca gerçekten çok uzak bir zaman dilimi gibi geliyor. Hatta az sonra anlatacağım eşya müzede brantopourus (uydurduğum bir dinozor ismi) ile cilalı taş devrinden kalan ilkel avlanma aletlerinin arasında sergileniyordur. İnanmayan gidip British Museum da –hani şu boğulan firavun diye yutturulan mumyanın bulunduğu müze- görebilir.

Biz çocukken(ben de demek ki bayağı yaşlıyım) kütüphaneli kanepeler vardı. Normal bildiğimiz kanepe ama üst kısmı boydan boya raf. Babam kitaplarını koyardı oraya cilt cilt altın yayınları, varlık yayınları ve diğer eski şimdilerde ancak sahaflarda görebileceğimiz kitaplar. Bu kitapları babamdan izinsiz gizlice usulca “çalar” ve okurdum.
Bu kanepelerin en büyük özelliği sadece rafı değildi. Şimdi yayıla yayıla oturduğumuz oturma gruplarına hiç benzemezdi. Karşılıklı birbirini ağırlayan komşu gibi iki kanepe üzerlerine örtü.
Şimdiki oturma grupları lakayıt ama onlar ciddiydiler. Ve sertliklerinden dolayı oturan kişiyi de ciddi bir oturma pozisyonuna zorlardı. Rahat ettirmekten öte görevleri nazik oturma, dik oturmayı öğretmekti.

O dönemlere ait bir diğer eşya ise “sokak süpürgeleri” idi. hani süpürge otundan yapılıp pazarda satılanlardan. O dönemde belediyelerin yeri hem sulayıp hem süpüren araçları yoktu. Herkes kendi evinin önünü süpürür ve yıkardı. Ama ev için kullanılan süpürge ile dışarı süpürülmezdi. Yanlışlıkla bile olsa anne önce kızar sonra eski ev süpürgesini yeni sokak süpürgesi yapardı. Sokak süpürgeleri ev süpürgelerinden biraz daha fazla kullanılmış ve yıpranmış olurdu. Ve asla ev içine sokulmazdı..

Sokak süpürgesi isim tamlamasının bir başka kullanım yeri daha vardı. Ben gibi zamanının çoğunu dışarıda oynarken saati unutan çocuklara kullanılırdı.
Önce yedi kule (taşla oynanan bir oyun), bilya, bir birimize taş atarak oynadığımız taş savaşı, paket lastikleri ve portakal kabuğu ile oynanan bir tür sapan( taşdan daha çok can yakar), yerden yüksek oynar akşama doğru -ki iyice ortalığın kararmasını beklerdik- ise saklambaç oynardık. Karanlıkta daha iyi saklanılıyordu çünkü..

Karanlık iyice çöküp hep bir ağızdan “ evli evine, köylü köyüne” diye tekerlemeyi söylemeye başlayınca dağılırdık. Herkes evine giderdi.
Ben üstüm başım toz toprak ve dizlerim çizik eve o saatlerde döndüğümde annemin beni karşılama sözü: “ nerde kaldın, sokak süpürgesi?” olurdu.

İşte sokak süpürgesi hikayesinin asıl kaynağı bu.

Bugün bunun aklıma gelme sebebini de anlatayım bari. Akşam işten geç çıktım yedi gibiydi çıktığımda kitapçıya ulaşmam bir saatimi aldı, saat sekiz, kapanma saatlerinde ulaştım oraya. Beni tanıdıkları için onbeş- yirmi dakika kapatmadılar. Kitap seçtim, ayırttığım kitaplarımı aldım aynı anda da sohbet ettim ordaki arkadaşlarımla. Onlara bana bugün Handan tarafındn yapılan büyük sürprizi de anlattım- sevinçli olduğum zaman paylaşmadan duramam-

Kitapçıdan çıktığımda büyük bir ihtimalle saat sekiz buçuktu. Sonra bir arkadaşıma uğradım. Kahve çay hoş beş derken saati dokuz buçuk ettim. Ordan dolmuşa binip eve ulaşmam ise tam kırkbeş dakikamı aldı. Eve geldiğimde on buçuktu. Dolmuştan inince eve kadar yürümem de gerekiyor.

Tıpkı oyundan karanlıkta dönmüş küçük Erzsebet gibi hissettim kendimi. Ve kulaklarımda annemin sesi: nerde kaldın sokak süpürgesi?

Bunu duymak için annemi aradım. O da büyük bir zevkle söyledi tabi ki.

Deri Değiştirme

Gerçek anlamda bir canlının belirli mevsimlerde vücudundaki deriyi atıp yeni deriye sahip olmasıdır.(basitçe böyle)
İnsanda deri değiştirme gerçek manada uzun döneme yayıldığı için pek dikkatimizi çekmez. Pul pul dökülür aslında ölü derimiz.
Ama deri değiştirme diğer canlılarda hem çok zahmetli hem de seyredilmesi müthiş bir olaydır.

Bir de mecazi anlamda deri değiştirmek vardır.

Bir şiirde (şiir karşılıklı konuşma şeklinde) ne zaman doğdun diye sorarlar şaire ve şair “hangisini soruyorsun” der. Bir herkes gibi anasının bacaklarının arasından bakır bir leğene iki damla çığlık ve kan katışık doğumu vardır, bir de arkadaşları ile gürül gürül düşünerek değişerek yaşadığı bir doğum vardır.

Arkadaşları ile gürül gürül düşünerek ve aralarında tezgahtar olmadan doğmak.

Ben böyle bir doğumu aylar evvel bir daha yaşadım. Bir şiirle tanıştık onunla ve hemen hemen her gün konuştuk. Okudum onu, düşüncelerini okudum kimi zaman hayranlıkla kimi zaman da gıpta ile..

Yazısı benimle karşılıklı konuşur gibiydi.

Ve en çok etkilendiğim konulardan biri de müthiş bir bağlılık hem hayata hem insanlara…
Ve bu bağlılığın doğurduğu saygı hem insana hem hayata..

Herkes böyle olamaz. İnsanız çan eğrimizin düşüşe geçtiği anlar vardır kendimizi herşeye kapatıp ya köşeye çekliriz ya da sahte bir umursuzluk ile omzumuzu silker geçer gideriz.

Hayır, O’ nda ikisi de yoktu. Belki de “insanı bildiği için”

“ben seninle deri değiştirdim, Handan” beni gerçekten bir çok konuda değiştirdin ve ben bundan çok memnunum, teşekkür ederim.

Bununla da yetinmedi beni bugün dünyanın en mutlu insanı yaptı. Ağzım kulaklarımda geziyorum birkaç saattir.

Seni seviyorum, dostum!

Umarım yakın bir zamanda seninle karşılaşır karşılıklı rakılarımızı içerken yüzyüze konuşuruz.

Kule İniş İzni İstiyorum



Daha önce bahsetmiştim Cengo benim Peter Pan’ ım sanal hayatıma bu cümle ile girdi. Beş-altı sene önce daha icq revaçta iken.. herkes gibi ben de icq de tanışıyor eğer sohbet ilgimi çekerse Msn ‘ ye ekliyordum. Çok komik sohbetlerim oldu.

“Ben çok eğlendim arkadaşlar umarım sizler de eğlenmişsinizdir.”

Birden bire açılan yeni bir dünya yeni bir hayat.. hem var hem yok.. hem sensin hem değilsin. İstediğin karaktere bürünmek serbest. Olmak istediğin gibisin.

Romain gary’ nin bir kitabında bir cümle geçer “ insan hergün binlerce maske takıyor belki de kendin olabildiğin tek yer rüyaların hatta kabusların”
Gerçekten de insan bilmeden aslında gerçek karakterini yaşayamıyor. Öğretilenleri vermek, dayatılanları yansıtmak, beklenileni göstermek.. tüm hayatımız boyunca hep bir çok maskeler taşıdık, hain evlat, iyi evlat (ama sonuçta evlat), iyi eleman, hain eleman, iyi eş, kötü eş, çapkın eş, iyi anne, kötü anne, iyi baba, kötü baba uzar gider. Bıkmadan usanmadan bir maske taktık uyanır uyanmaz yüzümüze. Ve bu maskeler ile aynaya baktık, bir süre sonra da gördüğümüzün biz olduğuna kendimiz de inandık. Ama sanal dünya böyle değildi.
Kendimiz olmanın açlığı ile çala-klavye daldık siber dünyaya. Doyumsuzduk ama nasıl ki günlerdir aç kalan insan ekmeğe kavuşunca birkaç lokma ekmekten sonra katık ister ve ekmeğe doyarsa sanal hayatlarımıza doyma seviyesine geldik.

İlk dönemlerdeki görgüsüzlüğümüz bitince sadece gerçekten konuşabileceğimiz insanlar kalmaya başladı çevremizde.

İşte Peter Pan da bunlardan biri..

İçindeki coşku, o güzellik her zaman aynı idi. Her şeyi paylaşabileceğim ender insanlardan idi.

“ben çok şanslıyım bu konuda hayatımda dost olarak edindiğim altı kişi var, Handan, Camille, Cengo, Avasas, Gros Calin ve Jade. Teşekkür ederim ttnet”

Biz sanal alemde denenebilecek her şeyi denedik sayılır. Frp ‘ de sürekli yan yana.. o sanatçı olma yolunda ilerlerken ben azılı bir suçlu olma yolunda ilerledim. O grup kurdu ben hazıra kondum.
Geçenlerde yaptığımız sohbetten:

- cengo sen n’aptırıyosun karakterine?
- Estetik ameliyat
- Neden?
- Dış görünüş “şahane” seviyesine çıkıyor.
- Ya ben de yaptırmak istiyom o zaman(benim karakterin dış görünüş ortalamanın altı) ama karakterimde para yok(külli yalan karakterimin banka hesabında 100 000 usd ye yakın para var)
- Yok sana para mara
- Ama nidennnn????

Para göndermedi tabi ki.
Bugün konseri vardı grubumuzun. Benim yıldızım sadece iki adet. Grubun en sorumsuz, boşbeleş geçineni benim herhalde.

Yıllardır bıkmadan usanmadan konuştuk. Şiirlerini seviyorum. Bir huyu var yalnız 1960 ların beatnikleri gibi. Ve benim puan hırsı ile hareket etmemi eleştirip duruyor. Ama oyun bu Cengo!

Peter pan’ ım beni yalnız bırakmıyor belki de en önemli şeyi veriyor bana “güven”. Güvenemediğim insanla konuşamam, güvenemediğim insanlarla bir arada kalamam (sanal dahi olsa)

İyi ki varsın Cengo, hep ol

Not: neden peter pan? Bana yazdığı ilk cümlesi yüzünden

resim: http://www.enjoyfrance.com/images/userimage/peter-pan.jpg

Parmağından Bir Isırık Alsam


Yaklaşık üç yıldır bir arada çalıştığım bir arkadaşımın içindeki gerçek olanı yeni gördüm. Elbette çok üzüldüm, kendime kızdım. Ben ki normalde yan yana yüzyüze olduğum bir insan ile ilgili her şeyi birkaç konuşmada çözebilmekle övünürdüm.

Sinsice girdi hayatıma, sevimli bir yüzü vardı, zararsız. Ve hatta ben Edith Piaf’tan “padam” ı çalarken yanıma koşarak gelip “ aaa bu karam yağlarının reklam müziğiydi, nereden buldun?” diye de sormadı. Kendi halinde kağıtlarının arasında debelenip duruyordu. Sonra tanıştık, içli dışlı olduk ve öğlen yemeklerinde aşağıda çok uzun vakit geçirmesini işin açıkçası hiç yadırgamamıştım.

O hazin gün, yani O’nun gerçek yüzünü keşfetmem, bir Pazar günü idi.- Hiç unutmam- Pazar günü birlikte geçirelim diye davet etmiştim. Öğlene doğru geldi ve kıytırıktan bir merhabalaşma ile geçiştirip mutfağın yerini sordu. Susadığını düşünerek istiyorsa içecek bir şey verebileceğimi ağzımda geveleyip onu oturma odasına almaya çalışırken o çoktan mutfağın yerini keşfetmişti. Mutfağa o önümde ben arkasında birlikte daldık. Tencerelere bakıyordu. Gene garipsemedim çok acıkmış olabileceğini düşündüm. Tencerenin kapağını kaldırdı ve burun kıvırarak kapattı. “beğenmedi” diye içim burkuldu ama belli etmedim. Zoraki bir gülümseme yüzüme kondurup:

-beğenmedin herhalde. Diye sordum
-ya ama erzsebet , bunların içinde “et” yok
-ama Jade daha sağlıklı değil mi? İşyerinde sürekli et yiyorsun, evinde de sana bir değişiklik yapmak istedim. Diye mırıldandım
-ben et yemezsem duramam, her ögün yesem bir daha isterim. Dedi.
-peki canım, bir kıtlık kopsa sebze ve meyve harici yiyecek bir şey olmazsa ne yaparsın?
-çevremdekileri yerim. Dedi ve ben bu sözler üstüne soğuk terler dökmeye başladım.

Gönülsüz bir şekilde yemeği yedi tabi ben sürekli onu izliyorum. Kahveleri televizyon karşısında izlemeyi teklif ettim çünkü o sırada Nat. Geo. Wild’ da her haftasonu kaçırmadığım bir belgesel vardı. O da kabul etti.
Belgeselde aslanların avlanmaları konu ediliyordu. Bir impala sürüsünü takip eden bir aslan aralarından geride kalmış olan impalayı kovalayıp parçalamasını dakika dakika seyrettik. İmpalanın boğazını dişleri ile parçalayan aslan artık kendisi ile cebelleşemeyen kurbanını parçalayıp yemeye başlamıştı. Uzaklarda ise leş yiyen diğer hayvanlar aslanın işini bitirmesini bekliyorlardı. Ben dalmış bir vaziyette seyrederken ağız şapırtısı sesi ile irkildim. Jade bu görüntüleri seyrederken ağzını şapırdatıyordu. Benim kendine garip gözlerle baktığımı hissedince bana döndü:

-ne güzel yiyor değil mi? Diye sordu.

Hiçbir şey diyemedim. Akşam oldu ve uğurladım.

O günden itibaren O’ nu etten tiksindirmeye karar verdim. Hayvanların bir kısmının hayatını idame ettirebilmesi için “et” yemeleri gerektiğini bunun onların doğasında olduğunu anlattım. Ama insanların hem “et” hem de bitki yiyebilen canlılar olduğunu ve bunun bir tercih olduğunu anlattım. Sadece doymak için avlanan hayvanların bitki yiyebilseler idi avlanmayacaklarını söyledim.”benim de doğamda var” dedi. Strateji değiştirdim. Hayvanların ne kadar şirin canlılar olduğunu, karnını bitki ile doyurabilecekken bir hayvanın hayatına son verilmesinin ne kadar iğrenç olduğunu belirttim. “ben bitki ile doymam, ayrıca yiyebileceğim canlı hiç de bana sevimli gelmiyor” dedi. Ve küçük bir kuzu iken alıp altı ay baktığı hayvanın kesilmesini ve onun da oturup afiyetle yemesinden bahsetti.

Stratejimi gene değiştirdim. Bu defa ona dünyadaki en kanlı cinayetleri işlemiş ve kurbanlarını yediği bilinen “yamyam seri katilleri” okuttum. Fotografları gösterdim. O konu ile oldukça ilgilendi. Ben “tamam bu defa oldu aklımla bin yaşayayım” diye kendi kendimi tebrik ederken yanıma geldi :

-Sağolasın Erzsebet cidden ilginç konulardı. Özellikle Albert Fish’ in öldürüp yediği kurbanının ailesine gönderdiği mektup çok ilgimi çekti. Dedi.
-ilgini çektiğine sevindim , Jade
-Ama o mektubu okuduğumdan beri insan etinin tadını merak ediyorum. Sen de benim yakın arkadaşımsın. Lütfen esirgeme benden, serçe parmağının bir tadına bakabilirmiyim?

Ben kendi odama doğru kaçarken o arkamdan geliyordu:

-ya bir ısırık yaa, fazla değil!

Not: yazıdaki karakterler yüzde yüz gerçektir. Olaylar abartılmış olsalar da onlar da gerçektir.
resim için: http://www.edge.org/documents/archive/images/lion%20carrying%20impala.jpg

Join Me In Death

Gözpınarların kurumuş
Ellerinde cam kırıkları
Geç kalmışız birbirimize
Tam iki sombahar
Etrafta katillerimizin hayaletleri
Kanıyoruz
Ve kanımızda ölümcül bir mikrop
Bulaşıyoruz
Bulaştırıyoruz
Başka bedenlere
Yeni hastalıklar olarak
İlerliyoruz
Apse yapıp patlıyoruz
Eğleniyor muyuz?
Hekimler bize çare bulamıyor
Zaten biz de başkalarından kapmışız
Bu amansız boktan hastalığı
Zayıflayıp eriyoruz
Aynalarda
Halimize bakıp bakıp
Kahkahalarla gülüyoruz
Huzursuzuz
Fakat çocuklar gibi eğleniyoruz


Cengiz – El Loco- 23/05/2004


Olasılık –J.D.M

Çok uzaklardan geldik
Yedi kıta ve dört deniz aştık
Ve mevsimler geçti üzerimizden
Şehrin kıyısına kurduk kampımızı
Bu şehri daha önce görmüştüm
Ateşlerin çevresinde
Anlattık hikayelerimizi
Hayatlarımızın tükenişi
Aşklarımız ve korkularımızı
Umutlarımızı anlattık
Tüm hastalıklı hikayelerimizi

Hepimizin bir hikayesi vardı
Mutsuz insanlardık
Bu şehri daha önce yaşamıştım
Ama uzun zamandır görmemiştim
Eski bir dost gibi
Soğuk, mesafeli
Ama içten karşılayacaktır beni
Belki de kusacaktır hepimizi
Kadınla oturup gecenin kıyısına kadar
Olasılıklar üzerine konuştuk
Artık çadırlarımıza çekilmeliyiz
Yarın doğduğum kente gireceğiz
Hazır olmak istiyorum...

***


Ah! Ne uzun bir geceydi
Bir bilseydin!
İlk kez gündüzü istekle bekledim
Ve ilk kez hissettim zamanı


Cengiz –El Loco- 22/02/2004

Face Of Melissa-Melissa' nın Yüzü


Bulmayı denemek
Hala öğrenmek sürekli
Çocuklar dünyaya geliyor
Bir yerlerde
Yalanlar dolanıyor havaya karışık
Etrafta ağır bir hava olması ondan
Ve uyuyamadığımız tüm gecelerde
Tüm aynalarda
Melissa’ nın yüzü
Birbirinin hayatını yaşıyor insanoğlu
Veya yanlış bedenlerde
Yanlış ruhlar yanlış yüzlerde
Yanlış gözler
Gözlerde yanlış bakışlar
Melissa’ nın yüzü ağlıyor
Havada asılı rutubet kokusu bu yüzden

Hayatını boşa harcamak
Boşa giden emekler
Ve asla öğrenememek
Sıfır
Nötr Mesih
Bitmek
Gökyüzünde bu gece ne çok yıldız var
Demek çok kişi göçtü yeryüzü krallığından
Ay yansıyor aynalardan
Kırılgan beyaz-sarı bir hale
Melissa’nın gözleri rahatsız ediyor bizi
Tüm kuytulardan
Gecede dolaşan tedirgin rüzgar ondan
Fırtına geliyor
Bu sessizlik o yüzden

Kış Vakti Şiirleri

05.01.2004 – Cengiz –El Loco


resim: Manual Trauma - Pekthong

Leş

Çoğunlukla
Gölgelerde gölgelerle yürüyorum
Leş dolu tüm aydınlıklar
Bu cenabet durumun tek sorumlusu
Benim
Ama pişmanlık duymuyorum
Tüm cinayetlerin bir bahanem var
Gün ışığı azalıyor
Ve bu çürümüşlük içinde
Dikilip
Gökyüzüne haykırıyorum
Önüm, arkam
Sağım, solum
Leş…

19/01/2007 Cengiz-El Loco

22 Mayıs 2008 Perşembe

Dune

Kızıl gezegende
Kızıl bir ayın altında
Mars’ ta zaman kayması yaşandı
Uyan ey Dune!
Uyan ve kılıçlarını kuşan
Uzun ve yorucu bir gelecek
Bekliyor bizi
Biri taşlarımızın yerini değiştiriyor
İznimiz olmadan
Kademizi çiziyor
Farkında mısın?
Kırmızı artık hiçbir şey
İfade etmiyor
Bu kızıllığın içinde
Gidelim..
Yaz bitiyor…

11/07/2007 Cengiz-El Loco-

Kentler ve Kadınlar

Kentler ve kadınlar ne çok benzerler, kokuları, kuytuları, sıcaklığı, kaldırımları
Kalkütadır kadın, Paris, Londra, New York, Tokyo, İstanbul’ dur kadın..
Güneşin tepeden yaktığı kaldırımların sıcaklığıdır, yeni uyanmış kadının vücudunun sıcaklığı
Yağmurun hemen ardından gelen sokak kokusudur, yağmurda ıslanmış kadının saçlarının kokusu..
Sürekli bir noktadan bir başka noktaya akan kentin hareketidir, kadının heyecanlandığında nabzının atışı
Çıplak kadın gibidir kent hiçbir şeyi saklamaya izin vermeyen güneşin altında
Sahip olduğunu düşündüğün an başka kentte olmayı dilersin ya,
Başka kadınlar başka kentler…
Hep bir başkasında olmayı istemek..
Hep özlemle geri dönmek..
Alışkanlığımızdır kadın ve kent..
Nefretimizdir kadın ve kent..
En kuytu özlemlerimizdir kadın ve kent
Dolaşmadığımız caddesi kalmadığı halde, hala bilmediğimizdir kadın ve kent
Asla çözemeyeceğimizdir…

Bir arkadaşımın yazdığı bir şiiri de eklemek isterim. Cengo-El Loco- teşekkür ederim, iyi ki varsın her zaman ol-çok bencilce biliyorum-

KENT VE KADIN


Kenti soludum bir akşam karanlığında
Sokak lambalarını emiyordu akşam
Kentin en büyük caddesinde
Koşuşturan arabaların
Kırmızı gözleri vardı
Kentte geziyordu kadın akşam
Elleri göğsünde bağlı
Kent bulaşıyordu elbiselerine tenine
Buram buram şehri soluyordu kadın
Yaşlı bir kadın gördü
Kadın kenti taşıyordu omuzlarında
Aslında kent omuzlarına çöküyordu kadının
Titreyerek dizleri yavaş yavaş çöküyordu
Bir akşam kadınlar yürürken kent kokuşmuşluğunda
Kendi kentime ettim demişti
Kenti kendime ettim diye tekrarladı
Hüzünlüydü
Kentin kaldırımları kadar hüzünlü
Düzeltti
Aslında kendi kendime ettim galiba
Hızla uzaklaşırken yanından
Geri dönüp seslenmiştim
Senin de kentinin de içine edim
Şimdi ikimiz ayrı kasabayız
Yolları asla birbirine çıkmayan
Kentleşmeye uğraşıyoruz bıkmadan
Aslında o akşam
Aydınlatma direklerinden birine asmak istemiştim kendimi
Bir rakı şişesine astım
Kimse dönüp bakmadı
Bu akşam gibi bir akşamdı
Telefon kulubeleri taşıyordu kentden
Yürüyerek konuşanlar, evlerinden konuşanlar
Hatta kırmızı gözleri olan
Canavarlarda bile vardı telefon
Aslında telefon kablosuyla boğularak ölmek
İyi bir ölüm şekli olurdu
Ne konuşuyordu ki bu insanlar böyle
Her dakika, her saniye
Kenti kendime çevirmiştim
Kendi kentimi lanetlemişim
Kendi kendime etmiştim
Kadını sevmiştim
O şimdi bir yerlerinde kentin
Akıllı molekul ile kendini ve elbiselerini yıkıyordur
Benden ve kentimizden arınmak için
Ama çıkarabilir mi kentin kokusunu ve yaşanmışlıkları
Bilinmez
Ben ise kış yağmurlarında yıkandım
Yapış yapış olduk ben, o ve kent
Çırılsıklam o oldum
Sırılçıplak kaldı kent gözyaşlarımdan
Bir yanım o oldu, bir yanım kent
Ben ise bir kasaba
Hala kent olmaya çalışan

Cengiz A. –El Loco- 9/11/99, Kadıköy

Yazı: Erzsebet Bathory

Filmler ve Televizyon -1-

Yola Palalarla Devam Edeceğiz

O kadar yazdım bir garip vaka daha var onu da yazmadan geçemeyeceğim. Benim ekşi sözlükte iken hazırladığım bir yazı vardı. Yedeğini almadığım için kaydım silindikten sonra silinip giden.. pek hatırlamıyorum ama aklımda kalanlar ile yazmak istiyorum.

Ben tam 80’lerin çocuğuyum. Diziler, filmler seyretmediğim hiçbir şey kalmadı sayılır. O kadar ki artık televizyon karşısında vakit bile geçirmiyorum(bıktığım için) ya da herhangi bir nedenle bir film seyrediyorsam %99,5 filmin gelişme bölümünde neler olabileceğini sonucu ne olacağını kestirebiliyorum. Köle isaura’dan köklere, pembe dizilerden (bitmek bilmeyenlerden) Cuma geceleri yayınlanan korku filmi kuşağına kadar hepsini seyrettim. Hatta bir film vardı adını hatırlamıyorum. Konusu kısaca:
Bir çocuk adı Karl Michael babası tarafından sakat olduğu için öldürülüyor(küvette boğularak) ve evin yanında kuyuya atılıyordu. Sonra miras için çocuğa ihtiyaç duyan bana bir yetimi evlat edinip Karl Michael’ ın hem adını hem de hayatını bu çocuğa veriyordu. Sonra bu ruh yıllar sonra başına gelenlerin ortaya çıkmasını sağlıyordu.

Neyse aslında konum bu değildi anlatmış oldum.

Aksiyon filmlerinde özellikle bir hazine arayan filmlerde olur bu. bir grup ormanın tam ortasındaki mabete ulaşıp yıllardır yeri bilinmeyen bir hazineye ulaşmak isterler. Bir de rehber bulurlar. Cipleri ile yolun bitip ormanın başladığı yere kadar gelirler. Rehber bundan sonra katırlar ile yola devam edileceğini belirtir. Katırlarla da bir süre ilerlerler ve gene sevgili rehber geri kalan yolu yayan gitmek gerektiğini acıklı bir yüzle belirtir. Rehber her birine birer pala verir ve birlikte balta girmemiş ormana dalarlar. Yol boyunca dalları kese kese ilerlerler. Ve muhakkak her filmde vahşi hayatı seven 2-3 yiğido ve sineklerden nefret eden böyle şehir hayatına uygun sürekli böcekleri uzaklaştıran spreyi eline, yüzüne sıkan biri olur.
“Yahu be adam sen ormana dalmasan olmaz mı ?”
Yol boyunca bir arkadaşları yanlışlıkla bataklığa gömülür. Ve “ hasta la vista” diyen Arnold misali bataklıkta kaybolur.
Bir diğer arkadaşları yerliler tarafından vahşi hayvan avlamak için yapılmış bir bubi tuzağına basar. Bir taşla iki kuş misali iki kişi burada can verir. Şöyle ölebilirler. Birden nerden geldiği belli olmayan kazıklar, birden sallanmaya başlayan kütükler..
Bu arada geriye bir rehber, yiğidolardan sadece ikisi ve “benim ormanda ne işim var diyen bay herşeydenşikayetçi bir de aralarına hasbelkader katılan güzel bir kadın-ki bu kadın filmin ilk otuz dakikasında görülmez- hatta bir sahnesinde kadın suya düşer ve soyunur biz sadece sırtını görebiliriz iki saniye kadar sonra giyisileri kurumuş bir vaziyette yola devam ederler. aralarından yiğido olanlardan biri ile aşk başlar.

Ve zorluklarla ilerleyen artık bir eldeki parmak sayısı ile hesaplanacak grubumuz mabete varır. Fakat o da ne?
Kötü adamlar oraya onlardan önce varmıştır. Hemde ortadaki açıklıkta adamların malzemelerini taşıyan bir araçla (hatta 2 araçla)

İşte bu kısımda ben sinirleniyorum. Rehbere tabi ki?

Yahu arabalarla ulaşılabilicek yere adamları neden yürüterek getirdin? Ya o palayı belki de hayatlarında ilk defa kullanan insanlar bacaklarını yaralasalardı? Ya o yok yere ölenlere ne demeli?
Burada her zaman filmdeki yiğidolardan, mabeti, kötü adamları, hazineyi bir süreliğine unutup bunu düşünmelerini beklerdim. ve her şeyi geride bırakıp bu angut rehberi ellerinde pala ile başladıkları noktaya kadar kovalamalarını beklerdim.

“ama hiç olmadı sevgili blogum” - bu kısmı bir kere olsun ben de kullanayım diye koydum-

-Devam edecek-

Dalları Bastı Kiraz


İşyerlerine, evimize girerek bazen vaktimizin büyük bir kısmını işgal eden internet! Aslında her ne kadar dünyadaki her bilgi bir tık kadar uzağımda şeklinde buna “normal” kılıfı giydirsek de aslında anormal gelir bir çok insana. –ben onlardan değilim-
Sanal dünyayı seviyorum. Gerçekten de bir çok bilgi bir “tık” uzağımızda. Gir Hubble teleskobu ile ilgili siteye evrene dokun.
Gir milyonlarca haber sitesine(her dilde) güncel haberleri, yorumları, farklı bakış açılarını gör.
Rüya mı gördün gece gir rüya sözlüğü sitelerine rüyanın anlamına bak.( imgelerden anlam çıkarmak isteyenler için birebir) ayrıca bu sitelere bakanlar şunlara da baktılar:
-online tarot
-burçlar
-zar falı
-online kahve falı. (bu gerçekten ilginç)
Gir mizah ile ilgili sitelere gül saatlerce. Gir bloguna yaz..
Zayıflamak mı istiyorsun diyet reçeteleri al ya da kilo almak mı istiyorsun gene yardımcı olacak binlerce site var.
Akşama yemek yapacaksın ilginç bir şeyler denemek mi istiyorsun? Var.. onlar da var.
En sevdiğin elbisene şeftali suyu sıçradı. Nasıl temizlerim diye kara kara düşünme onun da var püf noktaları.(ama bence en basit yöntem en doğru yöntemdir , renkli çamaşırlar ve beyazlar için özel yapılmış leke çıkarıcılar en basiti) beyaz çamaşırların arasına renk veren pembe – fuşya pijamam yüzünden (Camille nerdesin sen) tüm beyazlarım pembeleşmişti. Onları bile tekrar beyazlaştırdı bu çamaşır için olan zımbırtılar.

Canın sohbet etmek mi istiyor.. onun da var çaresi. Yıllardır bir çok insanla tanıştım pek azı kaldı geriye. Her ülkeden ve her şehirden diyebilirim.

Ama gündelik sohbetlerim tanıştığımdan beri vazgeçemediğim birkaç kişi ile sınırlıdır.

Bir şiir ile tanıştığım Handan. Entel Kezbanların korkulu rüyası..
Yıllar önce icq de “ kule iniş için izin istiyorum” diyip hayatımda güzel bir yere iniş yapan büyümeyen peter pan’ ım Cengo
Ekşi Sözlükte yan yana yazdığımız Avasas, Gros Calin
Avasas sayesinde tanıştığım Camille

Bazen o kadar eğlenceli sohbetler oluyor ki…
Ofise giren kişilerin bakışlarından anlıyorum yüzümde kocaman bir gülümseme olduğunu (gülümseme diyorum ama kahkaha atmak daha doğru gibi)
Kendi kendime güldüğümü düşünüyorlar ya da pc ile aramda tarifi imkansız büyük bir aşk olduğunu düşünenler de olabilir. Ya da “şeytan gıdıklıyor bu kadını” diyenler de çıkabilir.

Kim ne düşünürse düşünsün. Ben gerçekten eğleniyorum.

Bugün canım kiraz istiyor. Müsebbibi de Handan!

Küçükken küpe gibi takardım kirazları tıpkı parmağıma mandalinayı geçirip Nasrettin Hoca yapmak gibi. Her çocuk yapmıştır. Mintax kutusu kapağından frizbi yapmak gibi.
Kirazdan bahsettiğinden beri aklımda sadece iki mısrasını bildiğim bir türkü
“dalları bastı kiraz/ adalara gidelim bu yaz” (tabi uyduruyor da olabilirim)

Bir diğeri de

“dallar kiraz hava sıcak yaz canım/ dallar kiraz aklımda dudakların”

Artık bütün gün beynimde bu iki şarkı dönüp duracak bugün. Dudaklarımda da ıslık.

Sahi yaz geldi (bahar mevsiminde olmamıza rağmen)

kirazları bulunduğu resim için: http://www.thewallpapers.us/data/media/811/kiraz.jpg

Bir Garip Vakaa

Çok eskiden sanal dünyada kırmızı ayakkabılı Elizabeth yaşarmış dostları ona Lizy dermiş. Lizy ‘ nin şirin mi şirin ama biraz garip bir köpeği varmış ismi: shebo. Köpeğin garipliği şundan kaynaklanıyor: herkesin kendini sevmesi için en şirin hallerini takınır ama tam başını okşamak için elini uzatınca ısırıverirmiş uzanan eli. Shebo seni yaramaz köpecik..Shebo’nun tek istediği şey ise bu dünyada önüne atılacak kocaman hafif etli bir kemikmiş.

Lizy’ nin msn de çok iyi arkadaşları varmış. Orda burada değişik sitelerde cesaret dolu yazıları ile tanınan biriymiş Aslan. Ama aslında tırsağın teki olduğu için dünyada en çok istediği şey “cesaret”miş
Bir diğeri ise kendini dünyanın en akıllısı atfedip gene sitelerde akıl dolu yazılar yazdığını düşünen biriymiş. Ama bay “Angusan” da kimseye belli etmese bile en çok sahip olmak istediği şey “beyin” imiş. Şöyle düzgün çalışan hem sağ hem sol lobu olan eq ve iq su yüksek bir beyin.
Diğer arkadaşı ise soğuk bir dış görünüşe sahip yazılarla doldururmuş bulunduğu her siteyi. İçten içe tek istediği şey ise bir “kalp”miş. Sevgi ile çarpan. Onun da adı ise Tenezsebet imiş.

Herkesin isteklerinden bahsettik ama Lizy’ nin istediği şeyi söylemedik. Onun en büyük isteği ise -Kırmızı papuçlu Lizy nin -“tatil yapmakmış”. Ama "burası olmasın da neresi olursa olsun" diye düşünürmüş hep o yüzden karar veremezmiş. Tatil için uygun bir çok yeri aklından geçirirken hepsine bir neden bulur “olmaz” dermiş.

Bir gün msn de konuşurken dostları ile o sırada Shebo kenara kıvrılmış uyuyormuş. Msn ‘e kullanıcısı belirsiz bir mesaj düşmüş.

“62 den tavşan yapma Lizy, Aslan, Angusan ve Tenezsebet sizin aradığınız her şey kırmızı papuçlarda gizli ama yöntemini Ozille ‘ye sormanız gerek”

Bu mesajı adı geçen tüm aradaşları ile paylaşmış Lizy. Ve kararlaştırıp Ozille ‘yi bulmaya karar vermişler. Ama onun yerini ancak bilse bilse ormanda 100 kişinin bilgeliğine sahip olduğu söylenen Derin Düşünavas bilirmiş.

Derin Düşünevas’ a güle oynaya gitmişler.

-Ozille ‘yi nasıl bulabiliriz?
-42 de gizlidir cevabı..
-peki ya hayatın anlamı Derin Düşünavas?
-42 de dir onun da cevabı demiş

Ve geri derin bir uykuya dalmış.

42 dönüş yolunda düşünmüşler nafile. Dönüş yolunda Sansülliam’ in saldırısına uğramış bizin şen grup. Sansülliam ve batının kötü kovboylarını bir kükremesi ile Aslan uzaklaştırıvermiş.
Dönüş yolunda gene karşılarına 1 000 000 kombinasyondan oluşmuş bir bilmece çıkmış. Bir sürü rakam 1000 000 farklı diziliş ile dizilebilirmiş ama sadece bir diziliş kapının tekrar açılmasını sağlarmış. Kombinasyonu büyük bir şans eseri Angusan çözmüş. Ve bunu yeni kuracağı sistemde kullanmaya karar vermiş. Şimdi burada bir açıklama: tam çözüme yardım eden Tenezsebet imiş. Ama sevinmesi için kimseye açıklama yapmayarak üstün bir iyi kalp örneği göstermiş. Ayrıca işin ilginci kapı numarası 42 imiş. Kapı açılınca karşılarında kocaman yüzükleri ile oturan audrey hepburn ışıltısına sahip Ozille ile karşılamışlar.

Ozille hiç birinin konuşmasına izin vermeden(pek bi gevezeymiş çünkü) konuşmaya başlamış:

-sen aslan cesaretinin olmadığını sanıyorsun ama Sansülliam saldırısında arkadaşlarının yanında yer alarak kükreyip korkuttun. Sen cesur birisin yolun açık olsun!
-sen tenezsebet, kendin çözmene rağman kombinasyonu arkadaşının mutlu olabilmesi için ses çıkarmadın. Sen iyi kalpli birisin.
-Sen Angusan, aslında işine gelen ve çıkarlarına göre davranma konusunda çok iyisin. Senin bir beyne ihtiyacın yok. Kazanmanın yolunu biliyorsun bu sana yeter.
-ve gelelim sana Lizy, senin kocaman topuklu kırmızı papuçların var böyle birinin kafasına vursan beynini iki parçaya ayırırsın. İşte o ayakkabıları birbirine vururken “tatil gibisi yok” de. İstediğin tatile gideceksin.
-ve sen Shebo istediğin kemiği Lizy ile bulamazsın sen Angusan’ ın yanına geç.

“Şimdi başka soracak bir şeyiniz yoksa ben kendime yüzük almaya gidiyorum” demiş ve ortadan kaybolmuş.

Oz büyücüsü ve otostopçunun galaksi rehberinden bir kısımdan esinlenilmiştir.

Pembe Giyerim Pembe

Yaklaşık iki hafta önce Camille ile msn de sohbet ediyoruz. Pazar günü.. normalde Pazar günü tek çalışmadığım gün –bazen Pazar dahi çalıştığım oluyor –
Saat oniki ye doğru uyandım saçlarım karman çorman ve üzerimde pembe pijamalarım..
Uyanır uyanmaz gelişim puanlarım geldiği için direkt olarak internetteki oyunumun başına geçtim.
Yaklaşık bir yıldır aynı oyundayım. Yarattığım sanal karakter aslında benimle taban tabana zıt. Çok hassas ve oldukça arkadaş canlısı. İki –üç gün oyundaki diğer karakterlerle ilgilenmezse veya diğer karakterler onunla ilgilenmezse morali bozuluyor ve hastaneye düşüyor. Bir de her şeyden çabuk sıkılıyor. Spor salonunda antremana bırakıyorum daha birinci güncellemede :

“Amaaan... Devamlı aynı şeyleri yapmak çok sıkıcı yahu.”

Şeklinde mesajla ve gene kırmızıya dönen ruh hali ile karşı karşıya kalıyorum. Hastane bekçisi oldu benim sanal karakter. Bir heavy metal grubunda klavye ve akustik gitar çalıyor. Sesi berbat olduğu için(sesi geliştirmedim) vokal veya geri vokalde değilim. Sanat kariyeri bu şekilde devam ediyor. Ehh, para da gerekli şimdilik ceo luk yapıyor. Ama ileriye doğru vali olacak, tabi ki hastanelerde moral bozukluğundan ölmezse..

Oyunumla ilgilenirken msn i de açtım. Camille online idi sohbete başladık.

Camille ile kardeş gibi olduk. Hemen her olaya bakış açımız ve tepkimiz birbirinin aynısı..9. nesil kardeşim (o şimdi çaylak!)

Onunla birlikte yazamadan uçmuştum sözlükten ama dostluk köprüsü Avasas bizi tanıştırdı. O günden beri müzikten başladık her konuda konuştuk. İşin güzel tarafı benim gibi karşısındaki ile fikir paylaşımına değer vermesiydi. Öyle ki oturduğumuz şehirleri bile konuşma arasında tanışmamızdan yaklaşık bir hafta sonra öğrendik. Yani biz “nerelisin, adın ne,ne yer ne içersin ya da meslek nedir” ekseninde dönen kısır sohbetlere girişmedik hiçbir zaman.

Bunca zaman konuşunca insan karşılıklı görerek sohbet etmek istiyor. Karşılıklı açtık kameraları. Ama ilk cümlesi:

“aa senin pijamaların pembe hatta fuşya” demek oldu.

Geçenlerde ortak arkadaşımız Handan blogunda çantaları döküştürünce hepimizin pasaklı olduğu ortaya çıktı.
Camille Handan'ın kırmızı aksesuar ve ayakkabılarına taktı benim de pembe pijamalarıma.

Canım benim ya senin taktığın o kocaman yüzüklere ne buyurulur? Ve o yüzükler yüzünden her tarafı çizilen gözlüklerine ne buyurulur?

Üçümüzünde stili farklı Handan siyah ve kırmızıyı seviyor daha uç noktalarda ve etnik takılardan hoşlanıyor.
Ben rahat olduğum sürece sorun yok. Kot, atlet ve spor ayakkabısı tercih ederim.
Ama bizim Camille (Fraulein Rottenmeier) Audrey Hepburn tarzı 60’lara ait kıyafetleri tercih ediyor. Ve bol bol yüzük.

Camille şu anda tatilde…
-aslında hemen hemen tanıdığım bütün arkadaşlarım tatilde-
Avasas tatilde idi (neyse ki döndü)
Bu sene tatil yapabilme olasılığım çok düşük. Geçen gün Handan’ın aklından geçenleri okurken benim de yaklaşık aynı şeyleri aklımdan geçirdiğimi düşündüm ve tam o sırada sanki düşüncelerimi okurmuş gibi Camille’ den mesaj geldi:

“deyrul zafarandan bir sürü yüzük ve küpe aldım”

Nispet yapıyor Fraulein Rottenmeier!

Ben de sizin tatil için hazırladığınız çantaları tekmelemezsem Erzsebet demeyin bana-Camille ‘ in dediği gibi vampirlerin anası diyebilirsiniz-

Sıkıntıdan uzayı yine yeni yeniden keşfe koyuldum. Gros Calin ile sohbet ettik uzay üzerine. Harika bir sohbetti. Nebulalar, pulsarlar, kara delikler, galaksiler, uzay-zaman, molekuler hafıza, birinin başından geçmiş gibi anlattığı olayı aktardım o da bana bu bir fıkra dedi.
Ya Gros Calin:

“ farzet ki ben bir ağacım”

Evren muhteşem! Bu minicik mavi kürede gözlerimizin seçebildiklerini görüp hayran kalıyoruz ya geri kalanı?

Tabi Pollyanna olmaya karar verirsen beterin beteri var demek de mümkün. Pazar ben bunlarla ilgilenirken köşede çaktırmadan online olan Jade ‘ i gördüm.

-N’aber Jade?
- işyerinde çalışıyorum. Nasıl olmamı bekliyorsun ki?

Garibim yetişmeyen işleri yüzünden Pazar mesaisine kalmış.

Jade, canım senin gibi çalışkan bireyleri hep Pazar günleri görmek isteriz ofislerinde!

18 Mayıs 2008 Pazar

Bebeğim Bana -4-

Bana Acımasız Dürüstlük Ver


Uzun zaman önce okuduğum bir kitap vardı. Satyricon idi adı. Yaşlı bir şair, genç bile denilmeyecek yaştaki küçük kız çocuklarından hoşlanan bir sinik ile ilgili bir bölümü vardı. Sırtüstü uzanan yaşlı bunak kızı kucağına oturtuyor fakat gücü kuvveti yerinde olmadığı içinde yatağın altında iki öğrencisi yatağı hareket ettirmek sureti ile yaşlı moruğu hareket ettiriyordu.

“sen bunak!
kırışmış elin- yüzün, vücudundaki deri sarkması artık o dereceye gelmiş ki gömlek gibi üstünden sarkıyor. Ölümün yakın bunu derinin renginden anlamak mümkün. Mum rengi gibi matsın. Canlı olduğuna dair hiçbir işaret yok. Gözlerin ölü balık gözleri.. ve sen hala “azgın teke”, körpe kuzulara dikmişsin gözünü. Okurların, dinleyicilerin mi var yatağının altında! Yoksa gelecekte kendi yapacaklarına haklı neden olarak yaptığına kabul edilir kılıflar geçirmeye çalışan senin çizgindeki insanlar mı yatağının altında!”

insan cenin iken onu hayata bağlayan göbek kordonu ile dışarı çıkmaya hazır olana kadar gereksinimi olan her şeyi annesinden sömüren bir asalaktır. Ve çoğu insan bu asalaklığı kalan ömrü boyunca sürdürür durur. O hayatı başkalarından ödünç alarak yaşar. Parça parça herkesten birer parça, kolay ölmez bu asalaklar. Yaşlandıkça bir telaşa kapılır bu bunaklar. Gençleri kıskanırlar, onların içlerindeki hayatı kıskanırlar kendi ölü bedenlerine bakıp. Onların zamanını kıskanırlar çünkü kendilerinin geriye kalan zamanı sayılıdır. İşte bu arada gençlere, çocuklara yönelirler, onlardan hayatı emmek için. Kendi değersiz hayatlarını biraz uzatabilmek için. Yaşamın çıktığı yere kendi kordonlarını sokarak zaman emmeye çalışırlar. Pis bedenlerini soktukları her hayat o andan itibaren kısalmıştır zaten. Kendinin dibe yaklaşmaya başlamış çan eğrilerini gördükçe başkalarının hayatları ile oynarlar. Çocukluk sürecini kısaltıp “kadın” ettikleri her hayatın solduğunu ve artık dibe doğru eğilime geçtiğini iyi bilir bu moruklar.


“Bir gün senin tabirinle musalla taşına davet edildiğinde törenine birçok kişinin geleceğine eminim. Öldüğünden emin olmak için kendi gözleri ile görmeye gelecekler. Çoğu da alışılagelmiş bir cenaze töreni izlenimi verebilmek için gözüne tükürüklerini sürecekler. Ağla-mış gibi yapmak için, üzül-müş gibi yapmak için. Ben dürüstüm, sen öldüğünde MEZARINA TÜKÜRMEK İÇİN BULUNMAK İSTERİM CENAZE TÖRENİNDE. ”
....

Onun hayatı elinden alınan erkeklerin sayısını parmakları ile hesaplayarak geçmişti. Parmak hesabı yapmaktan parmakları artık birbirine dolaşmıştı. Gördüğü her hemcinsi kendine ait olduğunu sandığı erkeği elinden almak isteyen potansiyel düşmandı.
Aslında onu da yaşama bağlayan tek şey yitirmekti. Yitirmek arzusu.. yitirdikçe yeniden doğdu ve daha bir hınçla bağlandı hayata. Cebinde taşıdı ciğerlerini.. çürümüş ciğerlerini.

“sen kaybetmeyi seven ama asla kabul etmeyen kadın,
Senin derdin aslında kaybettiğini sandığın erkeklerin değil. Senin derdin hayata sıkı sarılma hırsını edindiğin hemcinslerin. İçin nefret dolup taştıkça daha çok hırslandın. Korkaksın ! kelimelerin asla yüze olmaz arkadan konuşursun. Bıdırbıdır bıdırdanıp durursun.”

İnsan tek doğar. Benliği ile her zaman baş başadır. Her insan farklı gözlerle bakar hayata. Renkler herkese göre farklıdır. Sesler herkese göre farklıdır. Kokuları herkes farklı hisseder. Hayatının belirli dönemlerinde birçok farklı insan gelir ve gider.

“anla gitmek zorundalar hiç kimseyi seninle kalmaya, hiç kimseyi senin gibi olmaya zorlayamazsın. Sen hayatına giren herkesten senle aynı tatları almasını istedin.”

Sürekli terk edildiğini düşündü. Oysaki bu terk edişlerin sürecin bir parçası olduğunu asla anlamadı. Hayat tercihler ve kararların bütünüdür.

“sen de milyon kere karar verdin ve tercih yaptın hayatın boyunca. Birilerini daha çok sevdin ve onlarla olmak istedin diğerlerini ötelerken hayatından.”

İnsan kendi yaptıklarını ve tercihlerini hep ön planda tuttuğu için, insan böyle bencil olduğu için kendinin yaptıklarına sürekli haklı gösteren kılıflar üretmek zorundadır. Ama aynısını bir başkası kendine yaptı mı karşısındaki haksızdır.

“ben dürüstüm sen sadece kendini düşünen kadın, ÇEK EGONU ÖNÜMDEN DİĞERLERİNİN MÜZİĞİNİ DUYAMIYORUM”

.....

Onun bir hayatı vardı. Annesi, babası, kızkardeşleri, erkek kardeşleri, “ kardeşim kadar yakınsınız” dediği arkadaşları, “uğruna ölürüm dediği”
“ burada girmek mecburiyetindeyim: ama bir şeyler yapması beklendiğinde kendini tehlikeye atmadan “benim sağlam, diri kalmam lazım ki faydalı olabileyim” ikiyüzlülüğü ile savunduğu”

bir ideolojisi vardı. Dini vardı göstermelik-sadece korktuğunda ya da birilerine yaranmak istediğinde hatırladığı bir adet tanrısı- Aşk acıları vardı, huzursuzlukları vardı, huzurlu olduğu anlar vardı. Birilerini sevdi, birileri tarafından sevildi. Onun bir hayatı vardı herkes gibi. Bu coğrafyadaki her erkek gibi. Çevresinde kınanacak o kadar çok şey vardı ki: fahişeler, homoseksueller, zengin ve ünlüler, fakir ve ünsüzler, güzel binalar, çirkin binalar.(kendinden farklı olan her şey ve herkes)
Onun kadınları vardı köle olarak gördüğü (annesi de dahil). Çünkü kadının varlık amacı hizmetti, doğurmaktı.

“o sevmedi mi ? elbette sevdi. Ama onun sevgisi farklı idi”

Annesini sevdi elbette.. minnettarlık duygusu ile karışık bir sevgi idi önceleri. Onu taşıyan ve doğuran kadına duyduğu minnettarlık. Sonra anneyi arkasından döküntülerini toplayan olarak sevdi ama babasından farklı olduğunu öğrendi. Babaya saygı duymayı öğrenirken annesini süt veren kadın, toplayan kadın, yemek pişiren kadın ve bunları yapmaya mecbur olan kadın olarak gördü. Annesinin pipisi yoktu. Pipi sahibi olmanın güç sahibi olmanın bir şartı sandı.
Kadınları sevdi ama kadın sadece sert gögüs uçları, kaygan ıslak delikti ona göre. Ve bu kadıncıkların kendine ayrılmış olduğunu düşündü. Çünkü güçlüydü pipisi vardı, kendine ayrılan kadıncıkları düşündükçe sertleşen.

“onun sertleşmesini sağlayan şeyin hükmetme isteği olduğunu düşünüyorum. Kendisi için eğilen tüm arzularına boyun eğen kadıncıklar..”

Ve karısını sevdi. Onun ikinci en büyük mülkiyeti (birinci olan pipisi). İçgüdüsel olarak üremek istediğinde çocuklarını taşımak için uygun gördüğü kadını. Ve her an kendini bırakıp gitmesinden korkan boğaz tokluğuna (günümüzde hem çalışıp hem de boyun eğmesi bekleniyor) yatağının bekçisi, gönüllü kuluçka makinesi karısı.

“ben dürüstüm: sen kayıp ruh, zavallısın. Kendinden başka kimseyi sevemezsin aslında. Senin erkekliğin dilinde, senin cesaretin sadece karına karşı. Sen aynı cesareti yağcılık yaptığıni karşısında ellerini oğuşturduğun kişilere karşı göster.. gösteremezsin çünkü o kesilmesinden büyük korkuya kapıldığın pipini ram oldukların çoktan burdu, iğdiş edildin sen küçük adam. Dışarıda hiçbir anlamın yok.”

Ben dürüstüm;

-kendi gibi olmayana tahammülsüz insancıklar! Farklılıklar her zaman olacak. Farklılığı kabullenememeniz hazırlayacak sizlerin sonunu

.....

O sürekli kendini anlatırdı. İlkel insan cisimlere, duygulara ve herşeye isim vermişti o kendini anlatsın diye. Diller onun kendini ifade edebilmesi için vardı. Dağarcığındaki binlerce macera ( çoğu abartı, çoğu duyduğu ve bir çoğu da yalan ) paylaşılmak için sabırsızlanırdı.fırtınalı yaşamından incileri sunardı insanlara.

“ama unutma karşındaki de kendini anlatmak istiyor”

Bazen anlattığı bir çocukluk anısını karşısındakinin ağzı açık dinlemesi bazen de “ah ben olsaydım ..” ile başlayan ahkamlarını başını sallayarak dinleyen izleyici ve dinleyici kitlesi vardı.

“ ama unutma ağzı açıkken evde açık unuttuğu bir lambayı da düşünüyor, başını sallarken ise dün yediği yemeğin midesine dokunmasını düşünüyor, o ağzından çıkan her sözcüğü yutarcasına dinleyen kitlen akşama olacak maç hakkında tahminde bulunuyor olabilir”

Vecde gelmiş gibi alnında ter damlaları, gözleri fırlamış bir şekilde anlatır dururdu. Dinleyicilerini gözleriyle takip eder anlaşılır kılmak için ana fikrin altını çizerdi görünmez kalemi ile. Mimikleri o kadar belirgindi ki karşısındakine ne zaman kafasını sallayacağını, ne zaman güleceğini, ne zaman kıkırdayacağını, ne zaman hüzünlenmiş numarası ile uzaklara dalacağını belli ederdi.

“esnemesini bastırmaktan kıpkırmızı kesildi, senin anlattığından etkilendiğini sanma”

İnsanın en iyi bildiği şey kendidir. Hayatına neşe katan tek şey ise kendini anlatabilmektir.

“ senin de sağ kalabilme yolun bu değil mi?”

Yaşadığını ancak ikinci üçüncü kişilere anlatarak anlayabilirdi. Yaşamına şahit olan başka gözler isterdi hep.

“ben dürüstüm: hayat hikayeni kimse merak etmiyor ama dinliyorlar çünkü onların da sana anlatacak o kadar çok şeyleri var ki”

“ben dürüstüm:
Başkasının düşüncelerine saygı göstermeyen, herkesin kendine ait doğrusu olduğunu kabullenemeyen ve kendinden farklı olanın yaşam alanını sınırlandırmaya çalışan varlık henüz insan olmaya yaklaşamamıştır.”

.....

O hep yıldızcıktı, öyle olması gerekiyordu, sürekli parlaması öğretilmişti ona. Parlamazsa “babacığının kızı” olamazdı. Parlamazsa adı anılmazdı, parlamazsa ölürdü.
O hep sahiplenmeli, sahiplenilmeliydi. Annesi gibi tek erkek olmalıydı hayatında, okulda başarılı olmalı, gittiği ortamlarda yöneten olmalıydı.

“bir fıkra vardır. Tüm organlar aralarından bir yönetici çıkarmak istemişler. Elbette ilk akla gelen beyindir. Ama “kıç” illaki ben olacağım diye tutturur. Fonksiyonlarını durdurur yönetici ünvanı için. Ve sonunda “kıç” yönetici olur. “yöneten” kelimesini ne zaman duysam aklıma bu fıkra gelir yazmadan duramadım”

Varlığını sürekli hissettirmeliydi yıldızcık. İçindeki öbek öbek, biraz fazla şişirilmiş ve içinde sıcak hava pompalanmış çiçek şeklindeki balonları gökyüzüne salmalıydı.

“saldı da”

İçinde açan öbek öbek kendini gösterebilme dürtüsü ile kendine yöneteceği bir alt küme oluşturmalıydı. Bazılarına bu alt küme hediye edilir. Aslında hepsine hediye edilir. Çünkü “yıldızcık” bulur bir yöntemini. Hediye almayı sever, hediye almayı seven kişi bunu nasıl sağlayacağı konusunda uzmandır. Alt kümesi olarak gördüğü insanlara “Bensiz bir hiçsiniz” mesajı vermeliydi. “sizleri bir arada tutan eklem yeri benim” demeliydi insanlara. Ama bunu da uygun bir şekilde yapmalıydı. Özenle seçti cümlelerini. Her cümleye bayram havasında bir elbise giydirdi. En şirincik halinin kabul göreceğini düşünerek hareket etti.

“çok mide bulandırıcı”

Cennette yaşamak yerinde dünya cehenneminde yaşamak mecburiyetinin sebebi olan Havva’ nın ardılı olmaktan nefret etti. Adem’ i kandırıp elmayı yemesini sağlayan fingirdek Havva..

“aslında buna kadın olmaya duyulan büyük bir öfke diyebiliriz. Mesela Havva imgesi aslında “anne” imgesidir. Erkeği cinsel ilişki için kandıran ve varolmayan birinin dünyaya gelmesinin sebebi olan anne.”

Havva olmadığını kanıtlamak için uğraştı didindi. Babasının sevgisi için onun istediği gibi bir “çocuk” oldu. kendinde eksik olan uzantının yerini aldığı notlarla ve örnek davranışlarla doldurmaya çalıştı. Fakat ileri dönemlerinde o boşluğu doldurmak için kendinde bulunan fazlalıkları öne çıkarmak gerektiğini anladı. Diğer hemcinslerinin arasından seçilmesini sağlamak zorunda idi.

“ tek amacı seçilmek, bir unvan, bir isim, bir soyisim sahibi olabilmek”

-ayna ayna güzel ayna en güzel kim?
-sizsiniz kraliçem

Yüzyıllık uykuya daldı prensini bekledi. Kendini seçip, isteklerini verecek olan prensi.

“ neden bütün masallarda “yıldızcıklara” en büyük kötülüğü yapan gene başka bir kadındır?”

Kendine unvan verecek olanın güç sahibi (pipi sahibi) erkek olacağını en baştan kabul etmiş bu uyuyan güzel şunu asla anlayamadı, sağlıklı uykunun gizi bütünden sıyrılmakla olur. Sen uyanmak için bile bir “prens’e” ihtiyaç duyuyorsan huzurlu bir şekilde uyuyamazsın. Sana gideceğin yolu çizip, tahta oturtacak birine ihtiyaç duymamayı öğrenmen gerek, yıldızcık”

"Ben dürüstüm yıldızcık, sen toplumun omurgasındaki skolyozsun."

....

O’na göre dünya iyinin azaldığı, kötünün güçlendiği ve çoğaldığı bir ormandı.

“aslında iyi-kötü şeklinde ayrım yapan herkese göre de bu böyle idi”

Büyük bir cangıl ama bu cangılda o’ na göre bir fare bile aslanı altedebilirdi. Yeter ki yöntemini bilsin, yeter ki sırtını aslanı parçalayabilecek file dayasın veya yeter ki aslan yaralı olsun.
O’na ufak mutluluklar yetmiyordu. Uzun bir süredir de yüzünde bir gülücük gören olmamıştı. Tıpkı “gülmekten” nefret eden Gül’ ün Adı adlı kitaptaki Kör Jorge’ ye dönmüştü.

“neden gülsün ki.. o sürekli kıçına batan çivili tahta bir mindere oturan Hint Fakiriydi”

Dudakları sürekli bir duayı mırıldanır gibi kıpı kıpırdı. Sürekli olan herşeye tanrıyı karıştırır. İnsanların azdığını ve insanlığın sona yaklaştığını tekrar eder dururdu.

“aslında sonun yaklaşmasını içten içe arzulardı”

Kendi iyiydi (kendince). Diğerlerinde bulunan kötülük onu bir anlamda sevindirirdi. Algıları kötüyü her yerde seçerdi. Omzunda iki melek taşırdı bir melek Reuter Ajansından diğeri ise Cnn’den. Televizyonda, sürekli karıştırdığı gazetelerde. Savaşlar, ölümler ve bir insanın diğer bir insana yaptıklarını okurdu bıkmadan. Dıştan “la havleleri” çekerek ama içten içe de sevinerek. Ve bu bazen kullandığı kelimelere de yansırdı. Bir yerde ölüm oldu mu herkesten önce duyardı ve duyurmayı kendine görev bilirdi.

“felaket tellalı”

Kimseye çaktırmadan seyrettiği kadınları görünce yüzünü buruştururdu. Tüm musibetler onlar yüzünden oluyormuş gibi davranırdı. Ve dualarının arasında sesli olarak söylediği tek cümle” tanrı akıl fikir ihsan etsin”

“önce sana Kör Jorge, önce sana”

Hayıflanıyor izlenimi vermek için çabalar dururdu ama doğal bir afet, kaza, savaş veya bambaşka sebeplerle yerde yatmakta olan kanı pıhtılaşmış ve leş böcekleri üzerine toplaşmış cesetleri görmekten büyük haz duyardı. Onları düşüncelerinin kanıtı olarak görürdü çünkü. Ve sürekli kendini tekrar eder dururdu.

“çoğu ölümlerin kendi gibi olanların yüzünden olduğunu fark etmiş midir acaba?”

Dünyayı anlamak gerekirdi ona göre her şey o kadar karmaşık ve birbirine bağlıydı ki bu sistem. İnsan sürekli imtihandan geçmeliydi gerçek kurtuluşa ulaşabilmek için. Sürekli acı çekmeliydi ne kadar çok acı o kadar ferah bir başka dünya.

-bu yaşadığımız hayat mı? Değil elbette bunların hepsi bir sınav. Kötülüğün saltanatında yaşıyoruz. Bu sınavda hanesini acıyla dolduran o kadar iyi not alır.

“halt etmişsin sen cehennem zebanisi”

Doğada iyi ve kötü yoktur. Bu kavram insanlarca üretilmiş içleri çıkarlarına göre doldurulmuştur. İktidar düşkünlüğü, egoizm ve çıkarcılık.. işte dünyayı yaşanası olmaktan çıkaran şeyler.

Mesela örneğimizdeki “felaket tellalını” elinde fındık fıstık yerken bir bankta otururken görebiliriz. Gözleri çevrede bir musibet ararken çitler durur elindeki kuruyemişleri. Sonra “bu bay temiz” yere atar. Aslında atmaz. Tükürür…hınçla tükürür. Sen çevreni bile temiz tutmazken nasıl oturup “ahkam” kesiyorsun?

Ben dürüstüm “cehennem zebanisi”:

Savaşlar çıkıyorsa ve insanlar ölüp güneşin altında çürümeye bırakılıyorsa, onların cesedini parçalamak için bekleyen leş yiyiciler ve o cesetlerin üstüne kendi düzenlerini kurmak isteyen senin gibiler yüzünden.
Doğa kirlenip değil insan için hayvanlar için bile yaşama alanları azalıyorsa bundan rant sağlayanlar yüzünden.
Senin gibi “yanmadık yer kalmayınca ancak cenneti hak edersin” diyenler yüzünden.

Otur sadece kendi yaptıkların için af dile!
Yalandan nefret ettiğini belirtirken bile söylediğin yalan için af dile!
Günahtan bahsederken ölüleri kullanıp içten içe haz duyduğun için af dile!
Başkalarının alnındaki kaderi görebilmek için kendini zorlarken kendi alnına sürdüğün silinmez leke için af dile!
Af dile tüm insanlıktan!



-yazı devam edecek-

8 Mayıs 2008 Perşembe

Ben Alice.. Bir delinin Diğer Karakteri.

Yollar konusunda yolculuk konusunda neler diyebilirim ki farklı olarak.. bilemiyorum ama bundan yıllar önce Harikalar Dünyasını ilk ziyaret ettiğimde yolumu kaybettim ayrıca saçma sapan bir çay partisine katılmıştım. Kaçarak uzaklaşırken yol üstünde kocaman bir ağacın dalında oturmakta olan bir kedi ile karşılaştım. Ona hangi yola gitmem gerektiğini sordum. Ukala bulduğum kedi sırıtarak “ nereye varmak istiyorsun” dedi. Sinirlenmiştim. “ neresi olursa” diye bağırdım. Kafasını iki yana sallayıp gözden kaybolurken “ varacağın yerin önemi yoksa tutacağın yolunda önemi yoktur” dedi. O zaman bunu anlamamıştım.. ve sinirle neler söylediğimi hatırlıyorum da yüzüm kızarıyor..

Evet kedi haklı..
Varılacak yer, bir hedef yoksa hangi yolu tutarsan tut sonuç aynı olur. Yolculukta da böyle. Ön hazırlık yapmadan, nereleri göreceğini belirlemeden çıkarsan yola hiçbir şeyi göremeden geri dönmek zorunda kalırsın.

Yolculukların en güzeli geri dönebileceğin, ait olduğun, sana ait olan bir yer varken yapılır. Arkanda seni özleyen, senin özlediğin insanlar yoksa bunun adı yolculuk olmaz ki zaten. Senin varlığını hisseden biri yoksa yokluğunu da hisseden kimse olmaz ki.o zaman yapılan şey sadece kendini çapında gezinmek. Ordan oraya.. rüzgarda yerdeki çöpü öyle savurur..

Arada bir herkes gitmek ister.. sanırım yerleşik düzene geçemeyen genlerimiz var hala. Bazıları gitmeyi hayatlarına yeni bir sayfa açmak amacı ile ister. Ne derecede başarırlar bilemem.. çünkü insan giderken hafızasını anılarını sıfırlayamıyor ki.. bunları bırakıp gitmek söz konusu olursa bile kimse anılarından vazgeçmez sanırım..
Yeni bir şeylere başlamak ne kadar zordur.
Yeni bir hayat özlemi sanırım sadece uzaktan dinlediğimiz davul sesi..

Geri dönebileceğin, sana ait olan, senin ait olduğun bir yer varsa yolculuk güzeldir.

Sizleri sevdim bir daha görüşürüz belki ben geri dönmeliyim…


daha önce birmilyon fikir adlı sitede yazmıştım. şimdi biraz değişti. bir milyon fikir 1 fikir çıktı ayrıldım.

Bu yazı 04 Nisan 2008 günü saat 17.00 civarında yazılmıştı(bir milyon fikirde)

önbellek: http://64.233.183.104/search?q=cache:0fmsdnTww68J:www.birmilyonfikir.com/yol-durumu/+erzsebet+bathory+birmilyon&hl=tr&ct=clnk&cd=11&gl=tr&lr=lang_tr

2 Mayıs 2008 Cuma

Bir Milyon Sansür ya da Kutu Kutu Pense

Normalde en nefret ettiğim şeydir giderken ardıma bakmak. giderim sadece. biter.. haksızlığa uğradığımı düşündüğüm an giderim. savaşmanın bir anlamı yoktur. Yazarken de sansür o yazının sahibine (yazarlık gibi bir iddiam asla olmadı) en büyük haksızlıktır. bu öğrendim ve bitti. Son yazım ve sansür mağduru diğer arkadaşlarımın yazısı ile bir milyon fikir ya da hakettiği adı ile sadece bir fikirdeki yazılarıma son verdiğimi belirtmek isterim

benim yazım:

Vezirler huzura çıkmıslar:

- Padisahım, hazinede para kalmadı.Yeni vergilere ihtiyacımız var,

diyerekten.. .

Padisah, kavugunun altından kafasını kasımıs,

- Eeee! Ne vergisi koyalım?, demis...

- Köprülere adam koyalım, geçenden bir akçe alsınlar!

Padisah,

- Tamam, demis.

Aradan bir süre geçtikten sonra sormus vezirlerine:

- Tepki var mı?

- Hiç bir tepki yok!

- Iyi o zaman köprünün diğer tarafına adam koyun, çıkandan da bir akçe alsın!Aradan bir süre geçmis, Padisah:

- Var mı şikayet?

- Yok!
Halkının tepkisizligine kızan Padisah, gürlemis:

- Köprülerin ortasına da adam koyun, gelip geçeni becersin!

Aradan birkaç gün geçmis, halktan bir tepkinin olmamasına içerleyen Padisah, çagırmıs vezirlerini,

-Halkı dinleyelim hele bir, demis.

Gitmisler köye, Padisah sormus:

- Var mı sikayet?
Ses yok.
Padişah tekrar :

-Var mı sikayet? Şikayeti olan söylesin!
diye gürleyince arkalardan cılız bir ses duyulmus:

-Padisahım, o köprünün ortasındaki adam var ya!..

- Eeee!, demis Padisah bir umutla...

- Aksamları çok kalabalık oluyor, sıra uzuyor, eve geç kalıyoz, bir adam daha koysanız...


Tabi ki bu bir fıkra halkımızla insanımızla sitemizle alakası yok!!!!

Bir milyon fikire saygımız var söyleyin marşı çocuklar!!

Yürüyelim kim tutar bizi!!!

Her fikire açığız ne de olsa!!!

Yeni olana açız ne de olsa!!

Koyun olmaya sürü üyesi olmaya karşıyız ne de olsa!!

Bir iç eleştiriyi kaldıramayan site de ben de yokum!

Köprü ortasına İKİNCİ ADAMI isteyenlerle devam edin yolunuza!!


Dostum kalem arkadaşım Handan' ın yazısı :

bir milyon fikir sitesinde yayınlanmayan yazım*


bir milyon kutu


kafamı dağıtmak için yazmalıyım. mesela bir milyon fikir den sürekli şöyleyiz, böyleyiz, şu kadar okunduk temalı mail/mailler almak istemiyorum. hele hele




- yaşasın bir milyon fikir


- yaşasın 1 mayıs




diye ilkokul seviyesinde duygulanımlarla bezeli mailler almak HİÇ! 1 Mayıs herkes için farklı anlamlar ifade eder; kabul. ve fakat farklı anlamlar ifade etse dahi böyle bir ilkokul tepkisiyle alt alta düşülen cümlelere malzeme edilmesi hiç ama hiç hoşuma gitmedi!




insanların, bayram kutlamak isterken öldürüldüğü, öldüresiye dövüldüğü, sakat bırakıldığı, üstüne ''kan'' gibi kırmızı boyanın sıkıldığı bir gün, bir milyon fikirde yazmaya başlayan 10 yeni yazara hoşgeldin demek için olsa bile; onlara teşekkür etmek için böyle alt alta cümlelerin gelmesini içime sindiremedim. başka bir olayda da bu tavrı görmek istemiyorum. herkes kendi yaşasın bayramını/hissini/düşüncesini; kimse bana 10 yeni yazara ''hoşgeldin'' demek için enter enter yazılmış sevgi böceği mail yollamasın.




ayrıca sitenin ayrılmaya çalışıldığı yazı konuları da hiç mi hiç ilgimin alakamın olmayacağını da beyan edeyim. okul duvarındaki mevsimler köşesine yazmaktan vazgeçeli çok oldu. tek bir yazıda hatta cümlede bütün grupları ilgilendiren yazı bile yazabilecek ben, böyle bir kural ve ayrıma gitmeyeceğimi/gidemeyeceğimi beyan edeyim. ayrıca karakter yaratma konusundaki yazma becerimi de herkes bilir; pardon okuyanlar bilir olsun burası:)




o yüzden rica ederim bana böyle aman burası kadın kutucuğu, buradan şu sorumlu, burası erkek kutucuğu buradan bu sorumlu diye açıklama/bilgi maili de atmayın. yazarken aklımdan geçti; erkek kutucuğunun sorumlusu lezbiyen, kadın kutucuğunun sorumlusu gay olursa kabul edebilirim bu ayrımı ve yazıları o zaman dikkatle okurum.




kategorizasyondan hoşlanmıyor ve reddediyorum. hasan c. ye de bu konuda rahatsızlığımı belirteyim bu vesileyle.




- hasan hasan, adı üzerinde bir milyon fikir; 1 milyon kutucuk başlığı açmayı mı düşünüyorsun. gel vazgeç bu işten; isteyen, istediği gibi, istediği zaman yazsın; sen sağ, ben selamet, site şahane.




biz, iş/ev ve düzen isteyen her hücremizde/yaşam alanımızda zaten düzene batmışız boğazımıza kadar! bir de sen sitede düzen de düzen diye tutturma lütfen;




uyumsuzluğunun uyumu, uyumdan evladır.




bir cümle de kitap kapmanyalarına yönelik;


ben, kitap kampanyalarını beyaz ve gri türklerin mastürbasyonu olarak görüyorum!




evet, orada bir köy var uzakta gitmesek de, çalışamasak da, anlamasak da kitap yollayıp kendimizi rahatlatalım bu coğrafyaya yönelik iyi bir iş yaptığımız, çocuklara faydalı olduğumuzu düşünmek vesilesiyle.

yok öyle bir şey!




kitaplığının ''olmasa da olur'' diye ayıklayıp yolladığın kitaplarla oradaki çocukların derdine derman olamazsın. boşuna ne kendini, ne onu, ne de beni kandırma/kandırmaya çalışma! bir zamanlar kıyafet yardımlarını ayıklayıp dağıtma görevini yaratmıştık kendimize deprem bölgesinde gönüllü çalışırken; 12 kasım'daki depreme askılı gecelik/payetli bluz vb. yollayan yardımseverler olduğunu gördüm, ayıkladığım kıyafetlerden dolayı! işte, aynı sebepten kitaplığını ayıklayıp yolladıklarının kimseye faydası olmaz. lütfen arada tek tük ''ama ben şu klasik kitabı yolladım'' tarzı çıkışlar gelmesin; gayet genel konuşuyorum, özel olarak kim ne yollamış bilmem olası değil tabii ki.




ha sen rahat mısın orada yaşamayan biri olarak diye bir atağınız hasıl olabilir; evet, gayet rahatım bu eleştiri ve düşüncelerimi yazarken; doğuda bu eleştirileri rahat rahat yapabilecek kadar çalıştım. zorunlu hizmet yapmayayım ama kitap kampanyası açılınca kitap yollayayım diyenleri samimi bulmuyorum.




sizin kitaplığınızın eski kitaplarına ihtiyacı yok o çocukların; doktora, öğretmene, babalarının/annelerinin çalışacağı işe, ekmeğe, güvenliğe ihtiyaçları var.

****** ****** ******



hamiş: bu yazıyı hasan c. ye yolladım. ve fakat kendileri önce bunu bir iç mail olarak değerlendirdiğini söyledi. öyle olmadığını siteye ''yazı'' olarak yazdığımı ve bu yazıyı yayınlamazsa sitede artık yazmayacağımı, zira, bunun bundan sonrası için, böyle her yazımda ''yayınlanacak mı/yayınlanmayacak mı'' duygusunun başlangıcı olacağını söyledim.

hasan c. nin 2. teklifi yazıyı mail iletisi olarak iç iletişime yollayabileceğiydi. bunu da kabul etmedim.

3. önerisi ise ipleri tamamen kopartan bir öneriydi! hasan c. yazımı düzenlememi-elden geçirmemi istedi. bunu da yapmayacağımı ve ilk söylediğimin geçerli olduğunu tekrarladım. ve ipler koptu! siteyi eleştirecek -bugün bu yarın bir başka konu olabilir- bir yazım sayfaya girmiyorsa orada yazmaya devam edemem. bilenler bilir ki ''gitmeyi severim'' işte, bir milyon fikir sitesinden de böyle gittim.

adres: http://handannkaleminden-handan.blogspot.com/2008/05/bir-milyon-fikir-sitesinde-yaynlanmayan.html

Ve diğer kalem arkadaşım Ayhan Ünlü' ye ait yazı :

1 Milyon Sansür !

Bir Milyon Fikir, Bir Milyon Sansüre dönüştü.
Son günlerde iyice garip işler olmaya başladı 1 Milyonda.
Bu site tüm kuruluşunu On Punto memnuniyetsizliği ve
oradaki yöntemleri ve sistemi eleştirmek üzerine kurdu.

Ki eleştirilerin bir bölümünde haklılık payı da vardı.
Burada sevdiğim ve değer verdiğim insanların olması benim de
buraya gelmeme neden oldu. Ancak başından beri de temkinli olmayı
tercih ettim. Buraya verdiğim emeği abartıyor filan değilim.
Sadece şunu belirteyim.
Bu gün geldiğimiz şu noktada kullanılan yöntemler
On Punto’da şikayet edilen yöntemleri aratmayacak yöntemlerdir.

Daha önce de yazdım ON PUNTO’da bir tek kelimem bile sansür edilmemiştir.
Hürriyetin ON PUNTO’sunda ben Yurtsan Atakan’la da, Ertuğrul Özkök’le de
sonuna kadar dalgamı geçmiş ve eleştirmiş bir yazarım.
Merak eden gider arşivlere bakar.
Tek bir kelime duymadım ON PUNTO yönetiminden.
Ne de küçücük bir ima.
1 Milyondan da duymadım doğrusu.
Kendi açımdan ciddi bir sansüre de uğramadım 1 Milyon'da.
Bir tek kez hariç.
Onu da anlayışla karşıladım.
Biraz fazla gelmiş olabilir dedim.
Büyük mesele çıkarmadım açıkçası.

Ufak tefek bile olsa bazı insanlarla aramda kişisel tatsızlıklar oldu.
Kendisinin affına sığınarak yazıyorum burada aslında kimseyi ilgilendirmez ama Handan Tay mesela.
Kendisi ile can ciğer kuzu sarması da değiliz.
Ancak Handan değerli bir yazardır benim için.
Kendisi bilmez ama buraya geliş nedenlerimden birisidir Handan.
Şimdi gidiş nedenlerimden biri olduğu gibi.
Eğer bu insan aynı yorumu kendi yazılarına 15 kez yazmak durumunda bırakılıyorsa durup düşünmek gerek.
Ki benim yazılarından tanıdığım Handan bunu kolay kolay yapacak bir insan değildir.
Handan’a yapılan nedir bilmiyorum.
Bilmek de istemiyorum açıkçası. Anladığım kadar siteyi eleştiren bir yazı yazmış.
Fark etmez. Sebep ne olursa olsun hakaret içermedikçe hiçbir yazı sansürlenemez.
Beğenmiyorsan oturur bir cevap yazarsın. Mademki Yazarsın. Otur yaz kardeşim.
Sansür ne demek oluyor ?

Fark etmişsinizdir. Benim de son yazımda bir yorum silindi.
Bir başka arkadaşımın bana yazdığı yorum.
Erzebet son yazıma uzun bir yorum yazmış.
Bir de baktım yorum yok. Orada da belirttim.
Yorum bana yazılmış. Benim yazılan yorumdan bir şikayetim yok.
Üçüncü kişiye ne oluyor ?
Hukuki bir sorun varsa, ki yok ve bunun sorumluluğundan kaçacak insanlar değiliz.

Beğenmediğiniz On Punto'da bile yazınıza gelen yorumu sadece
siz silebiliyordunuz. Yazınız beğenilmiyorsa manşet olmuyordu,
belki sıcaklara alınmıyordu ama sansür edilmiyordu.
Blogunuzda kalıyordu yazınız.
Burada yorum yazıyorsunuz onaylanacak mı onaylanmayacak mı bekliyorsunuz.
Birilerinin keyifleri olacak mı, olmayacak mı ?

Bir bakıyorsunuz yorumunuz silinmiş.
Bir bakıyorsunuz size yazılan yorum silinmiş.
Kısacası istenen 1 Milyon Fikir sadece duymak istedikleri gibi ve işlerine gelen
1 Milyon canım cicim muhabbetidir.
Daha önce de iç dolaşıma bir mektup sokmuştum.
Profesyonellikten uzak, kutucuklara ayrılmış
okul gazetesi tarzı yaklaşımların buraya zarar vereceğinin altını çizmiştim.
Bir uyarıydı aslında o mektup.
Ve sormuştum o mektupta,
Bizi burada bir arada tutan ne ?
Kendimce ne olması gerektiğini de söylemiştim.
Yazı.

Burayı yazının cenneti, cehennemine çevirmek.
Yazının Kabesi yapalım demiştim burayı.
Dini inancım olmamasına rağmen, inancı olanları düşünerek.
Sansürün ve Küfrün, hakaretin kabesi oldu bir anda ortalık.

Felaket bir batı düşmanlığı, hakaretvari tükrük saçan kelimeler.
Bir yazıda bir elinde Fromm kitabıyla ilan-ı aşk muhabbeti,
bir sonraki yazıda Batılı olan her düşünüre küfür.
Sevmenin o sanatını Lise yıllarında okuyanlar var aramızda arkadaşlar.
Ayıp oluyor.
Ayıp.

Kadın haklarına sahip çıkan, 1 Mayısa sahip çıkışı bile
tüyler ürperten sevgili editörümüz Çocuk yazarın
kadın ve insanlık düşmanı faşistçe yorumlarına tahammül edebiliyor,
ancak bu mekanın en sağlam yazarlarını sansürlemek cüretini kendinde bulabiliyor.
Kısacası bu mekan benim için durulabilecek bir mekan olmaktan çıkmıştır.

Uzun süredir bir yığın sorun yaşıyordum zaten.
Ancak editör bilgisayarından akrabalarına,
asistanlarına sahte yorum yazmaya yazdırmaya kadar vardırıldı iş yahu.
Pes yani. Pes.
Kimse salak değil burada.
Herkesin yazdığı tek cümlenin bile nerelerden kırpılıp
nereler kullanıldığının farkında olduğumu defalarca yazdım.
Ancak nafile.

Kimse bana bu mekanda hiç bir açıklamayla gelemez artık.
Dinlemem.

Burada yazmanın koşulları benim için bitmiştir.