19 Kasım 2008 Çarşamba

Müsait Bir Yerde İnecek Var.-2-

Yaşamak büyük bir çaba gerektiriyor. Büyük bir ciddiyetle yaşıyoruz. Kimi zaman şikayetlensek de dört elimizle sarılıyoruz hayata. Hertürlü doğum kontrolünü denemesine rağmen gebe kalmış bir kadının son çare kürtajdan önce denediği tüm düşürme yöntemlerini deniyor doğa.. ama biz rahme dört elle tutunmuş dölüt gibi sarılıyoruz bulabildiğimiz her dala...
Burun kıvırarak yaşıyoruz. Karşımıza çıkan her olumsuzluğa rağmen devam ediyoruz dizlerimizin üstüne doğrularak. Start atışı ile başlayan engelli bir koşu, kimimiz takıldığı engelleri ayağında sürükleyerek devam ediyor koşusuna, kimi de öndekinin peşinde giderek engele takılmadan koşuyor.
“insani arsızlık” istenmediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Doğa haykırıyor bunu.. kulaklarımız tıkalı hala hayata tutunmamızı sağlayacak “sahte güzellikler” arayışındayız.

Yanındaki minik yaratığın çıkardığı sesler zihninde çalkalanıyor. O tiz sesli yaratık -alıştığı üzere- yapılmasını istediği bir şey için zırlıyor annesinin eteklerine yapışarak.

“annen öldü minik domuz”

Bedenen ölü sayılmaz be! Tamam, gözleri denizden bir gün önce çıkmış balığınki gibi baksa da yaşayan iki organı var. Biri zırlak bir yaratık çıkarmak için kullandığı vajinası, diğeri ise “hayatında tutunduğu güzellikleri” anlatan dili. Uğruna götverdiği güzellikler… çoktan ölmüş olan bir vücutta boş bir kafatasının duvarlarında yankılanan boş sözleri tekrarlayan bir ağız. Kendini yaşadığına ikna etmek ister gibi her şeyi yüksek sesle söylüyor. Ve o ağzın içinde yapış yapış kırmızı bir et kıpırdıyor. Ağzının bahçe çitlerine çarparken sözler binlerce tükürük zerresi yayıyor etrafa. Ve arada durup kendi yankısına kulak kabartırken bıçak ile çizilmiş gibi duran dudaklarını yalıyor hırsla.

“midem bulandı”

Dili yavaşça ağzını terk ediyor. Marakeşli esmer bir adamın nefesinde can bularak süzülen bir yılan gibi süzülüyor dil. Ve havada süzülürken salyangoz gibi ardında vıcık vıcık bir iz bırakıyor. Kıyamet meydanının keşmekeşinde ucunu sinsice havaya kaldırıyor. Kulakları yalayarak devam ediyor yoluna.

Ve o hala anlattıkça anlatıyor.

“ gözlerimi kapatıyorum”

Ama onu diğer tüm duyularınla hissedebilirsin. Teninde bir yumuşakçanın nemli dokunuşlarını hissedersin ve küf kokusu gitmez asla burnunun dibinden. Tüm kokuşmuşluğu ile hayatından bir anı paylaşmaktadır seninle ve orda bulunan herkesle.

Asla izin istemez..

“paylaşmadığınız zaman daha katlanılır oluyorsunuz”

Ama o değersiz rolünü oynayacağı bir sahne bulmanın mutluluğu ile gözleri ışıldayarak devam eder oyununa. Bir porno filmin alışıldık son sahnesinde esas adamın aletini sıvazlayıp memelerinin üzerine fışkıran spermlerine bakanın boş, kaymış bakışları ile bakar çevresine.

“anneni göm küçük domuz”
-Müsait bir yerde inecek var!

Ve tekrar sana ait sessizlik, eller cepte sukuneti soluyarak devam edersin yoluna. Arkandan sen söktüğün için engellere takılmadan ayak izlerine basarak gelenlere gülümsersin. Anlatacak bir şeyin yok, tutunmadan boşlukta sallanıyorsun ve kürtajla kazınmak için sıranı bekliyorsun sabırla.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Bir Megalomal' ın Günlüğü -2-

ay dayanamicem
Teallam…
Peşimdeki şizofren yüzünden düştüğüm hallere bakın.
Herkes püfür püfür giyerken giydim üzerime uzun trençkot, taktım gözüme simsiyah gözlükleri etrafta kendimi göstermemeye çalışarak dolaşıyorum.

Sı-kıl-dım (hecelemeyi doğru mu yaptım?)

Ne kadar saklarsam saklıyayım yuvarlak vücut hatlarımdan tanıyorlar beni.
Neyse gözlüğü çıkarıp yeşil lens takmaya başlamıştım bir süredir zaten.
Ama ayol pek bi anlamlı bakmaya başladım.
Yeşil de bana yakışıyormuş canım(ne yakışmıyor ki ! çuval giysem hangi mağazadan aldın diye sorarlar)
Paltoyu da atıcam üstümden daral geldi artık!
Geçen dışarı çıkarken bi ara arkamda bi kıpırtı hissettim. Benim belalı şizo sanırken..
Teallammm….
Meğersem gaz kaçırıyomuşum da haberim yokmuş.
Kıpırtılar o yüzdenmiş.
Ehu ehu ehu….

Çatlicem…

Ama pek bi akıllıyım yane.. öyle bi gizlenmişim ki kimsecikler benim ben olduğumu yok onun ben olduğunu yok bu da olmadı onun, şunun bunun çocuğu olduğunu fark etmedi bile.
Ama çok üzücü sayın seyirciler..
ya da okuyucular
ya da her ikisi birden..

Yani dostlarım da olmasa beni kimsecikler fark etmiyor. Kıçımı yırttım yahu ne maymunluklar yaptım.
Çalayazdım,
düşeyazdım,
sileyazdım.
olmuyor.
Ben var ya ben.. benim kim olduğumu bilmeleri gerek.

-Kandırık yaptım. Sizi kandırdım ölü numarasına yattım desem.. cik ben geldim, hiç gitmedim ki, ben hep buradaydım desem..peşimde bi şizo var ondan gizleniyordum desem..
Size döndüm desem..
Aç kaldım susuz kaldım
İlgisiz kaldım
Hayın karanlıktı şizo desem..
İlgilenip de bulamayacaklar için Ahmet Arif şiirinden aparma yaptım.. ne akıllı ve yaratıcı bi kadınım ben yaw. Kendimi çok sefiyorum.
-evet kızım çık gizlendiğin yerden.. sür bolca fondötenini parlat yüzünü beyazlat( neden esmer doğmuşum ki belki de tek kusurum) ve göster kendini
Ben döndüm..
Yaslı gittim, şen geldim açın koynunuzu dostlar ben geldimm…….
Şimdilik byez, kib, öptüm…

Neyse megalomalı burada biraz bırakalım.. Bir filmden alıntı ile sözü bitirelim. :

“Bütün karın bölgesi aşağı yukarı hareket ediyor. Sen de osuruktan kelimeleri anlamaya çalışıyorsun.
Daha önce duyduklarıma hiç benzemiyordu.
Coşkulu, kalın, sulu bir sesti.
Koklanabilen bir ses.
Karnavalda çalışıyordu.
Sanki yeni bir vantrolog gösterisi gibi başlıyordu.
Bir süre sonra kıç kendi adına konuşmaya başladı.
İçeri hiç hazırlık yapmadan giriyordu.
Kıçı da her seferinde doğaçlama söylüyor ve şakayı ona geri paslıyordu.
Ardından diş gibi ufak...
törpümsü, bükülmeyen kancalar geliştirdi ve yemeye başladı.
Başta zekice olduğunu düşündü ve bununla ilgili bir numara geliştirdi...
...ancak kıç deliği pantolonu delip sokaklarda konuşmaya...
ve eşit haklar istediğini bağırmaya başladı.
Sarhoş bile oluyordu.Ağlama nöbetlerine giriyor...
herhangi bir ağız gibi öpülmek istiyordu.
Sonunda sürekli konuşmaya başladı.
Bloklarca ötede bile duyabiliyordunuz ve ona susması için bağırıyordunuz.
Adam önce onu yumruğu ile dövdü...
mumla bile tıkadı ama...
Hiçbiri işe yaramadı ve kıç deliği sonunda ona şöyle dedi:
“Sonunda susan sen olacaksın. Ben değil."
Çünkü sana artık buralarda ihtiyacımız yok."
Konuşabiliyor, yiyebiliyor ve sıçabiliyorum.”
Bunun ardından adam sabahları ağzının her tarafında...
kurbağa yavrusunun kuyruğu gibi saydam bir jöle ile uyanmaya başladı.
Adam ağzını silmeye çalıştığında parçalar...
yanan benzin jölesi gibi ellerine yapışıyor ve orada büyüyordu.
En sonunda bütün ağzı tamamen mühürlendi...
gözleri dışında tüm kafası kendiliğinden düşüverdi.
Kıç deliğinin yapamadığı tek şey görmekti.
Gözlere ihtiyacı vardı.
Ama sinir bağlantıları tıkanmış...
içlerine sızılmış ve dumura uğramıştı.
Beyin artık emir veremiyordu.
Kafatasının içine sıkışmış...
mühürlenmişti.
Bir an için beynin...
gözlerin arkasındaki sessiz, çaresiz acı çekişini görebilirdiniz.
Ve en sonunda beyin öldü...
...çünkü gözler sönmüştü.
Gözlerin içinde, bir sapın ucundaki yengecin gözlerinden fazla duyum yoktu.”

Çıplak şölen

29 Ağustos 2008 Cuma

Don't Open The Bottle ( Till We Meet )

Alevler içinde gözlerin
yılan derisi tenin
yanıyoruz
kubbemiz gök
duvarlarımız yok
dökülüyoruz rüzgarla savrularak
süzülüyoruz yavaşça aşağılara
iniş izni istiyoruz avaz avaza
ahengimizi
yaşadığımızı hissediyormusun
Eşiğindeyiz herşeyin
bunun farkındayız
ama bilemiyoruz tam olarak
nine inch nails
neyiz ve nerelerdeyiz..

Loco

Sana...

Buz gibi ve hafif sarı bir gölge olan güneşe bakılabilir. Gözlerini korumadan bakabilirsin o haline, soluk bir şekildir sadece.

Üst geçitten geçerken köprü korkuluğuna dayanıp aşağı doğru baktım. Her zaman sevmişimdir tren raylarının kenarlarına serpiştirilmiş, eski yapı, büyük sarı taşlarla yapılmış demiryolları çalışanlarının aileleri ile kaldığı ve her birine ait minik bakımsız bahçelerin içindeki evleri. İlk anların coşkusu kalmayınca bahçe kendi haline bırakılır ya.. her yanı ayrık otları, dikenler ve böcekler sarar.
-her şehirde de bu evler böyle midir? Birbirlerine benzerler mi?

“sizin orada da o evler sarı taştan mı? Bakımsız bahçelerin içinde..”

Makas değişirken çıkan sese, yük trenlerinin sesine alışmış minik çocuklar oynar bahçelerinde. Sıcağın en yoğun olduğu saatlerde zoraki bir bakım olmadığından olduğu gibi, olması gerektiği gibi, olmak istediği gibi büyüyen ağaçların gölgesinde kendi uydurdukları minik oyunlar oynayan çocuklar. Birbirlerine çok uzak olmayan bir geçmişte yaşamış korkunç bir adamın hikayelerini anlatırlar.
-hani çocuk, yaşlı demeden trenin kömür kazanına insan atan adam. Hani tren bacasından çıkan dumanın renginden anlaşılırdı yaptığı.

“Sizin oralarda böyle hikayeler var mı? Bir gün anlatır mısın?”

Ya hayaletler, karabasanlar gerçek midir? Burnuna kadar yorganı çekip karanlıkta yatağının etrafında bulunan eşyaları seçmeye çalışıp onları zararsız kılmaya çalışan çocuğun hayalleri.. kim diyebilir ki onlar gerçek değil?
Gündüz rastgele sandalyenin üzerine fırlattığı mont, karanlıkta kendini süzüp bir an yakalasa üzerine atlayacakmış gibi duran bir hayalet. O hayalette en az mont kadar gerçektir.
Bir çocuğun endişelerinin, çaresizliklerinin, dış dünyaya olan güvensizliğinin ve korkularının cisimlenmiş gerçekleridir onlar.

“senin korktuğun nedir?”

Ama aynı çocuk için hafif bir esintide oynayan tül perdenin arasından sızan gün ışığının duvarda oynaması da içeri giren küçük iyilik perilerinin ayak izleriydi.

“ çocuk olmak bu değil mi? Fantezilerin gerçeklerle karıştığı çizgide bir ileri bir geri gitmek”

Ne zaman çocuk olmaktan çıktık.. hortlaklarımız gardroba, hayaletlerimiz ay ışığında gölgesi duvara vuran ağaçlara dönüşünce, minik perileri avizeden koparılmış kristal parçalarının ışık oyunlarında yitirdiğimizde mi kaybettik çocukluğumuzu?

“bana bir masal anlatır mısın, sana ait”

-Bugün olan bir şeyi anlatmak istiyorum sana: bir kadın kucağında bebesi en fazla bir buçuk yaşında.. sıcaktan huzursuz , ağlamaya başladı. Çığlık çığlığa..
Annesi için onu susturmanın tek yolu ağzına bir şey vermekti. Ve herkesin içinde sütle dolmuş gögsünü çıkardı verdi çocuğun ağzına. gögsü bu şişmeden dolayı yeşil yeşil damarla kaplı idi. Meme ucu dişi çıkmış çocuğun ısırması yüzünden ezik, şiş ve yaralıydı. Çocuk sustu.. emmeye başladı annesinin memesini. Ama asıl ilginç olan o kadar erkek çevresinde olmasına rağmen kimse şaşırmadı. Kadın sanki soyunuk değilmiş, memeleri görünmüyormuş gibi davrandılar. hiçkimse gözucu ile bile bakmadı.-

Kurallar girdi hayatlarımıza, kollarımıza takılan saatlerle zamanında bir yerlere yetişmek mecburiyeti girdi hayatlarımıza. Zamana olan esaretimiz başladı. Ve bu esaretle başladı yüzlerimize maske takıp, olmamız istenilen kişiye dönüşme sürecimiz.eleştiriler ve yorumlar girdi hayatımıza.. zorundalıklarımızla bastırdık o küçük çocuğu. Seçimler girdi hayatlarımıza. Kiminin iyi sonuçları vardı. Ama büyük çoğunluğu hayatlarımıza pişmanlıkları soktu. “keşke” demeyi öğrendik böylece.

“keşke ile başlayan cümlelerinde yiten hayallerinden bahseder misin bana?”

Değişirken başarılı da olduk velhasılı. Yarattığımız insanı oynarken gerçekten başarılı olduk.
Kendine ihanet etmek değil midir bu ama içten içe biliriz ki fark edilmeden yaşamanın tek yolu da budur.
Sıradanlığın yarattığı güvene sığınarak yaşamak. Huzurlu olmanın tek yolu bu demek ki.

“sadece huzur için hayallerinden vazgeçmenin üzüntüsünü ara ara sen de duyar mısın?”

Hayat bir tiyatro sahnesi..

Ömer Hayyam’ın dediği kutuya girmeden önce rollerimizi oynamak zorundayız. Kaprisli, huzursuz, endişeli, işgüzar, çalışkan, tembel, acımasız, hoşgörülü, hastalık hastası, karamsar, neşeli, sevgi dolu, hain, yalancı, dürüst o ana hangisi lazımsa onu oynarak sergileriz kendimizi.

Yürürken geçip gidiyoruz. Bir anlık bir dokunuş, bir koku kalır aklımızda diğerlerinden.

“Bir insan ne kadar yaşar?”

Çığlıkla başlayıp bir nefesle bizden giden hayat.. ve bu iki durumun arasına sıkışmış kısacık bir ömür.

“sadece bu kadar mı?”

Bir insanda bıraktığın koku.. ve o insanın hayatı boyunca herhangi bir durumda aniden seni hatırlaması da bir an için o kişide yaşamaktır. Söylediğin bir şey ya da sevdiğin bir müziğin hangisi olduğunu bilen biri için sen her zaman varsındır.

“yaşamış olabilmenin yolu hatırlanmak değil midir”

Dağınık cinsel istekler ile sevginin karıştığı dönemlerde birden nerden girdiğini anlamadan girer hayatlarımıza sevdalarımız. Sonsuz bitmeyecek bir aşkla taptıklarımız.. bir dönemi bölüştüğümüz insanlar. Hepsini de sevdik biliyorsun.. çıplak ayakları ile evin her yanını adımlarken o, gözümüz kapalı iken bile nerde olduğunu bilirdik, diğer odada sendelerken elini duvara yaslayınca o sıcak eli tenimizde hissederdik. Hala bazen yalnızken onlardan birinin dudakları değer omzuna insanın.
Ama geldikleri gibi aniden giderler geldikleri bilinmezliğe. Sadece yaşananlar kalır insana.

“sırtına başını yaslayıp sadece kalp atışlarını dinlemenin verdiği huzur.. o ritm ile unutmak ve bütünleşmek, sıcaklığında erimek yaşamı fark etmek.. peki ya sence sevmek nedir?”

Sevmek insanca bir duygudur. Mekanikleşen ve gün geçtikçe daha bir sahteleşen bu dünyada elimizde sevgiden başka doğal olan ne kaldı ki?

Birine , bir yere ait olmak özlemi. Ve sevmek.. iste hayat aslında bu kadar basittir. Bende varolduğun müddetçe benim için yaşamaktasın. Hayata anlam yükleyip gökkuşağının altındaki altın küpünü aramak boşa vakit kaybı. Küpü bence fantezilerimizi yitirdiğimiz çocukluğumuzda bırakmalıyız. İsim vermek, kuralları hatırlamak her daim, bunları da hayat karmaşasında diğerlerine uymak için taktığımız maskeli zamanlarımıza bırak.

Bana olduğun gibi gel. Tıpkı şarkıdaki gibi.-sen hangisi olduğunu biliyorsun-

24 Ağustos 2008 Pazar

Akşam






















derdim: yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,
siyah örtülere sardı şehri karanlık;
kimine huzur iner gökten kimine gam.
Charles Baudelaire

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Fil Adam

“normal insanlar derinde bir yabancı korkusu ile yaşarlar.insanlık tarihinde yer alan linç, soykırım ve benzer “nazik” olaylar göz önüne alındığında bu hiç şaşırtıcı değildir” Arthur C. Clarke

tarzı olmamasına ve film boyunca “etkilenmeyecek bir insanı tanımak bile istemem” dedirticek duygusal sahneler olmasına ve “kolay anlaşılabilen” bir film olmasına rağmen Lynch’ in en güzel filmidir.


Film 1980 yapımı. Yönetmeni David Lynch.

Sir Frederick Treves'in The Elephant Man and Other Reminiscences ve Ashley Montagu'nun The Elephant Man: A Study in Human Dignity adlı kitaplarından uyarlandı. Senaryosu Christopher de Vore ve Eric Bergren’e ait.
Filmde :

John Hurt : john merrick
Antony Hopkins : dr. Frederick Treves
Anne Bancrof : Bayan Kendal
John Gielgud : carr gomm (hastane yöneticisi)
Wendy Hiller : başhemşire Motherhead

Rol almışlar.
Müziği john Morris tarafından yapılmış. Ve Filadam makyajını J.Merrick’in hemen ölümünün ardından alınan alçı kalıba uygun olarak Christopher Tucker yapmıştır.

1860 li yıllarda yaşamış olan Joseph Merrick’ in hayatını konu alır. Yalnız senaryo bazı konularda ve kronolojik olarak gerçek hayat hikayesinden biraz farklıdır.

Victoria dönemi doğu londrasının koyu kasvetli havasını daha iyi yansıtmasından dolayı film Siyah- beyaz çekilmiştir. Ayrıca yapılan makyajın daha gerçekçi durmasını sağlamıştır.

Film bir sirkte “fil adam” olarak freak show da teşhir edilen iyileştirilemeyecek vücut kusurları bulunan John Merrick ile Dr. Treves’ in karşılaşmasını ve hastaneye yatırılmasını anlatır.

Kısaca böyle..

Farklılar..
ya onlardan kaçarız, görmek istemeyiz, görmeyeceğimiz bir yerde tecrit ederiz ya da teşhir ederiz, sergileriz.

Normal nedir?
Bir şeyin normal sayılabilmesi için kaç kişide olması gerekir?
Hangi hakla ve hangi normallikle kendinden “farklı” olana “anormal” diyebilir bir “insan”?

Filmin ilk sahnelerinde doktorun ameliyathanede kullandığı bir cümle dikkatimi çekti. Sanayi devrimi sonrasında insan gücünün yanı sıra makinelerin de kullanıldığı dönem. Ve iş kazalarının artmaya başlaması.

- Bu makina kazalarından çok görmeye başladık, Bay Hobges.Bu makineler korkunç şeyler.Ruhsuz ve mantıksızlar.

Burada makine kullanımının yaygınlaşmasına ve bunun sonucu olan kazalara bir eleştiri olduğunu düşünüyorum.

Daha sonraki sahnelerde Doktor J. Merrick’ i görmeye gider. Onu bir tıp toplantısında sergilemek istemektedir.

“sahibi siz misiniz?”

Doktorun bu cümlesinden Merrick’ i bir insan olarak görmediğini anlıyoruz.-her nekadar ileri sahnelerde ona yardım etmişte olsa- ayrıca Bytes’ ın doktora “Değiş tokuş ettiğimiz sadece para değil..., Birbirimizi çok iyi anlıyoruz, arkadaşım.” Demesi de bu düşünceyi destekler görünmektedir.

Hayatı boyunca aşağılanmaya, hakarete ve hatta teşhir edilirken dayağa maruz kalmış olan Merrick, kişilerin sadece emir vermesi ile hareket eder. film boyunca çoğu zaman bir şeyi yapması için emir verilmesini beklemektedir. Bunu sirk sahnesinden sonra ilk olarak hastaneye geldiğinde görürüz. Kendisini içeri çağıran doktora tepki vermezken, başhemşirenin yüksek tonla içeri girmesini buyurması ile içeri gider.

Doktorun Merrick ile görüşmesi sırasında

Ve bir kez daha bu defa doktor tarafından bir tıp toplantısında sergilenir.

- Akıl durumu hakkında herhangi bir açıklama yapmadın (müdür Gomm)
- O doğuştan geri kalmış.Tamamen aptal biri. (dr. Treves)
-Umarım öyledir.(müdür gomm)

Bu diyalogla da keşfettiği fiziksel bozukluğu tıp kongresinde tanıtmanın gururunu yaşayan, sadece “ şey” olarak gördüğü Merrick’ in ruh durumunun Dr. Treves’in hiç umrunda olmadığını anlıyoruz. Ve toplantının ardından Merrick geri sirke gönderilir. Kronik bronşiti yüzünden ve ayrıca Bytes tarafından dövülmesi ile durumu ağırlaşan Merrick ile doktorun yolu bir daha kesişir.

Filmde hastanede Merrick’e iyi bakıldığı ve abartılı tavırlarla onda olan deformasyon hiç yokmuş gibi davranılıyor. Bu abartılı hareketler de aslında farklılığın daha çok göze batmasını sağlıyor.

Bunu bir sahnede Bytes’ ın doktora söylediklerinden anlayabiliriz.
“- Benden iyi olduğunuzu mu sanıyorsunuz? O ucubeyi istiyordunuz doktor arkadaşlarınıza gösterip,kendinize bir isim yapmak için.”

Ve doktorun başka bir sahnedeki diyalogda belirttiği gibi:

“Bay Merrick'i bir meraka dönüştürdüm. Bu sefer lunapark yerine hastanede.
Adım sürekli gazetede... ve göklere çıkartılıyorum.Hastalar artık sadece beni istiyorlar. Neden bunu yaptım? Ben iyi biri miyim, yoksa kötü müyüm?”

Ve onu ziyarete gelip, yardım etmek insanlar hakkında başhemşire Motherhead

“Bu tip insanların ziyaretlerine niye izin verdiğinizi anlayamıyorum Ama efendim, yüzlerindeki tiksinme ifadesini gördünüz. John umurlarında değil. Sadece arkadaşlarına hava atmak istiyorlar.”

Diyerek insanların ikiyüzlülüğü ile birlikte John’ u sirkte görmeye gelenlerle hastanede görmeye gelenlerin tamamen aynı amaçla geldiğini belirtir.

Hastane müdürü ve Dr. Treves’ in yardımları ile Merrick’ in hastanede ömür boyu kalmasına karar verilir.

Ama tabi ki her durumdan kendine bir kazanç çıkarma isteği olan insanlar heryerde bulunur. Ve hastanede de herkes gittikten sonra orda çalışan bir bekçi de Merrick’ i “göstererek” para kazanmaya başlar. Ve bir karışıklıkta Bytes tekrar Merrick’ i alır ve sirkle birlikte Avrupa ya götürür. Merrick’ in tek isteği Londra’ ya ve hastaneye geri dönmektir. Sirkten kaçar ve geri döner.

Film boyunca etkileyici bir çok sahne var. Fakat en önemli sahneler : Merrick’ in Dr. Treves’ in evine yaptığı ziyaret sırasında Dr. Treves’in karısı Anne’nin Merrick ‘ i ilk gördüğü andan yüzündeki ifadeyi zorla değiştirip kendini gülümsemeye zorlayarak onu içtenlikle kabul etmesi karşısında Merrick’ in ağladığı sahne- “Alışık değilim güzel bir bayan tarafından iyi davranılmaya.” Der Merrick.-
Bir diğeri doktordan kendisini tamamen iyileştirmesini istediği ve Aldığı olumsuz yanıt üzerine “ ben de öyle düşünmüştüm” dediği andaki umutsuzluğu, Bayan Kendal’in kendisine hediye ettiği fotografını annesinin fotografının yanına koyduğu sahnede karşılıklı Romeo ve Juliette’den replik okumaları ve hastaneye dönüş yolunda sadece görmek için çevresini saran insanlara karşı "Ben hayvan değilim, ben bir insanım" dediği sahnedir.

Burada bir not daha düşmek isterim. Doktorun evini ziyaret sırasında Merrick çocukların resmini görür ve nerde olduklarını sorar. Benim yüz ifadelerinden doktor ve karısının birbirlerine “ acaba kırmadan nasıl bir açıklama buluruz” bakışlarından anladığım kadarı ile çocuklar o gün evden özellikle gönderilmişlerdir.

Burada yanıtlayamadığım konu neden? Çocuklar acımasızdırlar, yapmacık olamazlar ve akıllarına ilk geleni düşünmeden söyledikleri için mi? Yoksa ailenin çocuklarını “farklı” olandan korumaya çalışması mı?

Çocuklara ilk öğretilen konulardan biridir “diğerleri”. kendinden farklı olduğuna inandı(rıldı)klarını çevresinden uzaklaştırıp kendi gibi gördüklerinden bir çember oluşturur kendine. Yan yana oturdukları arkadaşlarını önce maddi durumlarına göre ayırmayı öğrenir. Daha sonra ise dini ve ait oldukları millete göre ayırmaya başlar.

“hemşerim memlekete nere?”

Hastanede Merrick’ e ayrılan odada karakalem tablolar vardır. Bu tablolarda yataklarında huzurla uyuyan insanlar tasvir edilir. Ve filmin ilk sahnelerinden itibaren Merrick’ in normal yatamadığını, sürekli oturur vaziyette uyuduğunu görürüz. Bu tablolar filmin son sahnesini hazırlayan unsurlardır. Daha önce hiçbiryere ait olamamış Merrick’ in “ev” olarak görebileceği bir yeri vardır. “arkadaş” diyebildiği insanlar vardır çevresinde. Ve çok sevdiği halde gidemediği tiyatroya gidebilmiştir. O artık normaldir. Ve tablolardaki insanlar gibi huzurla uyuyabilecektir. Ve uyur.

Gene ilk sahnelerde tıp konferansı sahnesinde henüz akıl sağlığı ile ilgili bir bilgiye sahip olmayan( ya da aslında akıl sağlığı ile hiç ilgilenmeyen) doktor Treves Merrick’ i teşhir ederken “genital organların” normal olduğunu vurgulayarak söyler. İlerdeki sahnelerde Merrick’ in zeki olması ve nazik olma sebebinin cinsel yönden kendini bastırıp (ki dış görünüşü yüzünden) başka konularda başarılı olarak yer edinmek istemesini anlatmak istenmiş olabilir. Burada da akla bilindik o eski iddialar geliyor.

“çirkinler okuyarak yahut öğrenerek eksikliklerini zekaları ile tamamlamaya çalışır”

Film ve kitapta (dr Treves’ e ait olan) ismi John Merrick olarak geçer fakat gerçek adı Joseph Merrick’tir. Ve hayatını sürdürebilmek için çalışabileceği iş bulamayınca sirk’ te kendini sergilemek kendi fikridir. Aslında kendi isteğiyle bile olsa bundan başka çaresinin kalmaması düşündürücüdür.

Merrick ile aynı dönemlerde başka filmlere konu olan bir kişi daha vardı.

Karındeşen Jack…

Onun da hedefi toplumdaki “farklı” olanları öldürmekti. O yıllarda da (ne yazık ki günümüzde de) hayatlarını vücutlarını satarak kazanan insanlara karşı acımasız bir tutum vardı.


Kendinden farklı olanı insan yok etmek ister, farklı olduğu için kendine zarar verebileceğini düşünür. Farklı olana hareket imkanı tanımamak için çevresini sarar. Farklı olana sadece gözünün önünde kontrol edebildiği sürece yaşama hakkı verir.

Dünya tarihinin en kanlı dönemlerinde katledilenler hep farklı oldukları düşünülen insanlardı. Dini farklı diye, düşünceleri farklı diye, yaşama tarzı farklı diye, dış görünüşü farklı diye, dili farklı diye, rengi farklı diye ve bedeni farklı diye..

Yıkıcıyız..

Çoğu zaman annesi tarafından bile terk edilir farklı olanlar. Ve farklı olarak yaşamasındansa ölmesini dileyen insanların olduğunu da gerçektir. Doğduğu andan itibaren en büyük hakkı olan yaşam hakkını bile “farklı” olana çok görmelerini “acıma” kisvesi ile haklı çıkarmaya çalışırlar.

En katlanamadığım ikiyüzlülüktür bu..

Filmde bir diğer konuda Merrick’te bulunan genetik bozuk için toplum içinde hatta bence ailesi tarafından da inanılan bir olaydır. Annesi ona dört aylık hamile iken bir filin saldırması ve filden korkması yüzünden çocuğun bu şekilde doğması..bu tarz durumlarda aile kendinde, kendi doğasında o çocuğun farklı doğmasına neden olacak parçaları ( genetik kodlar) taşıdığını kabul etmek istemez. Çünkü kabul etmesi her ne kadar kendi görünüşü normal olsa da( kime göre neye göre) içinde o varlığı taşıdığını da kabul etmesi demektir. Bu yüzden her toplumda bu tarz doğumlarda benzeri hikayeler üretilir. Bir çocuğun halk arasında “tavşan dudak” olarak bilinen genetik bir bozuklukla doğması, annenin hamile iken tavşandan korkması şeklinde açıklanır. Ya da vücut lekeleri.. vücudunda kırmızı lekelerle doğan çocuğun annesinin canı ona hamile iken çilek istemiş şeklinde anlatılır.

1981 yılında film sekiz dalda oscara aday gösterildi fakat ilginçtir ki bir tane ödül bile alamadı. Ne yazık…

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Saki

Çıkmam meyhanelerden ey saki!
esriklik varlıkla bir
yokluk biçilmiş bedenime
erguvani bir şarap sun
kerpiç bir testi içnde
bej kanatlar tak omuzlarıma
ahir zamana kadar
ve öyle bir sarhoşluk sun ki bana
farkedemeyeyim
hayal ile gerçeği
usumun ince süzgecinde bile...

22.4.1999

P.S. null

Erken Gelen Sombahar




Erken gelen sonbahar
sindi her yere
kapı aralarından gözetliyor bizi
kentin fareleri
uğursuz bir karnavalın
gürültüleriyiz sabah yellerine karışan
selamlamalıyız tüm fareleri
fonda küçük çocukların hıçkırıkları
gereksiz frapon kağıtları
karşı kaldırımdaki seyyar satıcı ihtiyar
şüphe yok
eritiyor bizi erken gelen sonbahar
ansızın uyanışlarımız
nevrotik kaçışlarımız
rüzgara kaptırdığımız eğreti yaşamlarımız
kaçınılmaz
bütün aynalarda yanlış yüzler
bütün yüzlerde hain gülüşler....

P.S. Mama take this badge from me
I can't use it anymore
It's getting dark too dark to see
Feels like I'm knockin' on heaven's door

15.12.2000

7 Ağustos 2008 Perşembe

Böyle El Atınca Kalkıverdi

Yıl : 2010

Vatandaşlık numaraları ile adresler değil artık kadınların yumurtalarının döllenmeye en uygun dönemleri de artık numarasından bilinmektedir. Ve ahlak zabıtaları geceleri mahalle aralarından ramazan davulcusu edası ile geçmektedir. Gözlerinde ısı algılayıcı duvar arkasındaki hareketleri de gösteren dürbünler ve kameralarla. Değişmeyen tek şey hoparlörler…

-vayyy Ahmet abi, gene işbaşındasın . maşallah abi her gece her gece..
Beline kuvvet Ahmet ağabeyii.
Devlet seninle gurur duyuyor. Zaten üçüncü de yoldaymış hayırlı olsun abim benim.

-Fikri Abi .. çekmişsin gene hanımı üste. Ne tembel adamsın, Fikri abi
Aferin bacım.. hah öyle üste aşağıya biraz daha hızlı.

-vatandaşlık no: ************* adını söylemicem bu defa görmemezlikten gelip rapor da etmiyorum . çek aleti avradının kıçından..
Yuhh hak yol varken bok yolunda işin nee.. bu sana son uyarımız.

-vatandaşlık no: ******** hanım abla . yutmaaa yutmaaaa. Boşa giti işte. Bir sürü geleceğin mücahitleri gitti.. araya gitti.

Vehasılı aslında gerçekten komik.
Bir devletin işi gücü olmaz halkının cinsel yaşamını da gözetir. Gözlerim yaşarıyor, bu ilgiyle sarsılıyorum.
Yapacak başka işiniz cidden yok mu? Hani dış borçlar, iç borçlar, bozulan ekonomi, kurların tahteravallisi, bomba tehlikesi ve heran canımız emanette dolaşmamız.
Paranoyak bir toplum olduk!
Sinemada arkadan acaba birisi bir şey yapar mı?
Toplu taşıma aracında bomba var mı?

Daha da önemlisi gelecek garantimiz yok, o kadar çok yasa tasarısı geçti o kadar çok değişiklik gördük ki..
-Hadi abiler İran’a bir iki kalkıyorrrrr!

Sosyal güvensizlik yasasını daha hazmedememişken. Şimdi de bu çıktı. Nasıl bir saplantıdır bu! Freud olsa nasıl bir yorum yapardı bu yasa tasarısı hakkında çok merak ediyorum.

Bir devletin elini halkının cinsel organına atması kadar komik bir şey var mı yahu? vatandaşlık numaramı imzamı verdim aldım kırmızı poşeti.. ben otuzbir çekerken saati ile tahmin etmek için mi? Bunu bilmek nasıl bir rahatlama sağlar böyle bir tasarıyı gündeme getirenlere?

Yoksa gelecekte yapmayı planladıkları zorlamalara ve baskılara bir adım mıdır bu tasarılar? Ortam neye hazırlanıyor ?

Bir okulda ibadethane olur mu yahu?
Çocuklarımıza dini bilgilerini vermek okula mı düştü? Hala okullarda din bilgisi gibi gereksiz bir dersin bulunmasını eleştirirken bir de okul bahçelerindeki mescitler mi çıktı başımıza?

Alkol alanı fişle..sigara çetesi kur sigara içenin peşine tak.. dergi alanı fişle .. canı çocuklarıyla eğlenmek isteyen aileye saat kısıtlaması getir. Neden 24:00?
Aracımız balkabağına mı dönüşecek sayın bunu düşünenler?

Bence artık gerçekten kabak tadı veren şeyler var!

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Başıboş

kapat kapıyı

Yatak odasının kapısını, bahçedeki en dış kapıyı, banyonun kapısını, giriş kapısını. Kapı gördüğün zaman aç ve kapat. Kapat ki dışarıdaki her şey dışarıda kalsın. Değişik insanlar, diğerleri. az önce önünden geçerken sigara aldığın büfeyi, içindeki diz boyu pis suyu olan çöplük olarak kullanılan, kenarlarında kahverengi yosunu ve pis kokusu olan kanalı arkanda bırak.

"kapat kapıyı;
yatak odasını, salonu, mutfağı, balkonu, giriş kapısını, o da yetmez, en dıştaki bahçe kapısını…, sıkı sıkıya kilitle kapanacak tüm kapıları. Sıkıca kilitlediğinden emin ol, kontrol et defalarca. En sıkı kilitleri kullan, sen istemedikçe açılmayan en zor kilitleri .Ve en zula yerinde sakla tüm anahtarları, ulaşamasın hiç kimse. Dışarıdaki her şey dışarıda kalsın.

Ve en zula yerinde sakla tüm anahtarları, ulaşamasın hiç kimse. Dışarıdaki her şey dışarıda kalsın. Zerresi sızmasın içeriye. Belki ruhun sükun bulur"

Üstü kapalı şakaları, araç kornalarını, hemen yolun sağındaki parktan gelen çocuk seslerini, o çocukların açtığı şekerlerinin jelatinlerinin çıkardığı sesleri, biryerlerden gelen nerde olduğu bilinmeyen bir inşaattan ritmik vuruşlar halinde yükselen makine seslerini, penceresi açık bir evden gelen çamaşır makinesine karışmış süpürge sesini, otomobil dilinin “ ben ne halt ettim” anlamına gelen fren sesini arkanda bırak.
Evlerden, cafelerden, sokak aralarına konuşlanmış kebapçılardan yükselen dumanı, pide fırınından gelen pişmiş hamur kokusu ve birbirine karışınca mide bulandıran yemek kokularını, yanından hızla geçen adamdan gelen ter kokusunu, ince gögüsten robalı elbise giymiş ve buram buram terlerken bacak arasının pişmesi yüzünden yalpalayan geçkin kadından yükselen limon kolonyasının eşlik ettiği o ekşimsi kokuyu, kenarlara serpiştirilmiş bitkilerden gelen toprak ve çiçek kokusunu ardında bırak. Güneşin üstünde parladığı artık erimek üzere olan asfalttan gelen kokuyu dışarıda bırak.

Cadde, birbirlerinin üzerine doğru yürüyen insanları arkanda bırak. Gölgede bile kendi terinde haşlanmanı sağlayacak ısı, rahatlıkla gözle görülebilen yerden yükselen titrek bir buhar, pişmeye hazır mısın?

Bezgin yüzler ve iki yanda salınan ellerin yardımı ile varmak istediği ama asla ulaşamadığı noktaya hızla yürüyen insanlar. Birbirlerine çarpanlar, yolda durup taşak düzeltenler, kıçının arasına külotu sıkışmış gibi külotunu düzeltenler, çocuğunu arkasında çekiştirip götürmeye çabalayanlar, elleri birbirine yapışmış elele yürüyenler, başlangıç noktası ile varış noktası arasında bir ara durup vitrin seyredenler tıpkı bir çizgi film karakterinin koşarken aniden bir durup kameraya iki kolunu açıp omuz silkme hareketi gibi.. bir gizli kamera tarafından her hareketi izleniyor gibi davrananlar, abartanlar, korkanlar, tedirgin adımlarla ilerleyenler, kaldırımda çizgilerin üzerine basmamak için seke seke yürüyenler, yürürken bir şeyler yiyenler, karşıdan geleni tanıyıp ablak yüzüne salak bir sırıtış yerleştirenler, “beni gör lütfen” amacı taşıyan gereksiz el kol hareketleri yapanlar, kendi kendine konuşarak yürüyenler, yanındakiyle konuşarak yürüyenler, gölgesinde yürüdüğü binaların klimalarından damlayan suya küfrederek yürüyenler, üzerine giydiği naylon katkılı bluza kolunu her sürtüğünde mideni kaldıran o sesi ve kırpılmış saçları ile annesinin ardında zırlayarak yürüyen çocuğu.. hepsini arkanda bırak.

Az önce yanından geçerken belediyenin işçilerinin her hafta yaptığı ritueli seyrettin. Köksüz çiçekleri havuz kenarına ekmelerini. Onlar kurur ve gelecek hafta yenileri ekilir.. harcanan emek, harcanan zaman. Diğer işçilerin dipteki pislikleri temizlerken birbirleri ile şakalaşmalarını seyrettin. Ve aynı havuzun kenarında büyük ihtimalle bir aracın çarptığı ağzı yarı açık, kanın kuruyup siyah bir kabuk ile kapladığı yarasıyla sıcakta biraz daha dursa kurtlanmaya başlayacak bir köpek ölüsünü tekmeleyeni seyrettin. Miden bulandı, artık kokular daha rahatsız edici gelmeye başladı.

Adımlarını hızlandırıp havuzu geçtin, bu defa bir sokak satıcısının sattığı şekerlemelerin üzerinde yürüyen sineklere takıldın, ve satıcının ellerini yelpaze gibi sallayarak onları nafile bir çaba ile uzaklaştırmaya çalışmasını seyrettin.


Kaldırdın kafanı mürekkep testine tabi tutulmuş gibi bulutlardan anlamlar çıkarmaya çalıştın. Ordaki de sence az önceki nerdeyse tüm bağırsakları dışarıda olan ölü köpeğe benzemiyor mu? Eğdin kafanı, salladın iki yana doğru.. düşünceleri dağıtmak ister gibi daha hızlı salladın.

Ardına bakmaksızın devam ettin yürümeye adımlarını hızlandırıp, sağına soluna bakmamaya gayret ederek. Nefesini tuta tuta devam ettin yoluna. Kalbin vücudunun içinde yabancı bir ülkede bir başına kalan biri gibi hem korku hem umut ile çırpınıyor.

Sakin ol!
Bir sigara yak!

Elini hafifçe çantanın içine soktun ellerin sigaranı hissettiğinde nefesin yavaş yavaş düzelmeye başladı. Ürkütücü bir güçle çarpan kalbin yavaş yavaş daha önceki o uysal yumuşak başlı haline dönmeye başladı. Ve kafanı kaldırıp uygun bir yer aradın, elin hala çantanın içinde sigarana dokunurken. Yol kenarında üç beş ağaç, birkaç bank ile kendini park sanan iğreti yere daldın. Boyaları yer yer dökülmüş bir banka oturdun ve yaktın sigaranı..

Hemen karşı caddede güneş ışıklarından korunmak için koyu renk film çekilmiş işyeri camlarında oluşan koyu renk resmi inceledin. Hareketli resimleri..
O kadar nahif ki insan denilen hayvan..beyninde hayal kuran, her şeye gücü yeten, sürekli umut veren minik bölge en ufak dürtülmeyle içindeki son özgürlük kırıntılarını da kaybetmesini sağlıyor. yaşarken daha doğrusu yaşamaya çalışırken mecbur kaldığı boyun eğmişliklerine tepki gösteren öfke dışarıdan sadece kıpırdanan dudak hareketleri olarak kendini gösterdi.
Sonrasında içindeki korkuyu, iğrenmeyi ve sigara dumanını dışarı atmak verilen derin bir nefes..

Fakat biliyordun, tekrar nefes aldığında o pis kokularıyla hepsi içine geri dönecekti. Gözlerini kapatsan ve içindeki o derin karanlığa teslim etsen başının döndüren o keşmekeşten kurtulabilir misin?

Tekrar kalktın ve kaldırımda yürümeye devam ettin. Adımlarını sayarak kurtulmaya çalıştın düşüncelerinden ve kokulardan ve görüntülerden.

Ama hayır, insanın kendi içinde bile kendini her şeyden soyutlayabileceği gizli bir korunak yoktur. Her şeyle dosdoğru yüzleşmek gerekir.

Sus!
Nesnelerin dil yakan isimlerini bir yana bırak. Hissettiğini anlatmaya yetmeyen sığ ve yapay ifadeleri unut. Suçlayıcı, sakınan, kitaptan çıkmış kalıpları, yakarışları içinde tut sadece. Yarı açık ağızlara bir şeyler anlatmanın güçlüğü..

Neredesin?
Yittin!
Ellerini yıka!

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Bir Megalomal' ın Günlüğü -1-

Takip ediliyorum kesinlikle..
Arkamda sürekli bir gölge var, nefesini hissediyorum her adımımda. Sebepler o kadar çok ki..
Her an PC ekranımdan biri fırlayıp beni içine çekecek gibi.. Yazdığım her şeyi takip ediyorlar...
Sosyal kimliğim, politik duruşum ve elbette ki bu kadar güzel oluşum..
Sabah aynaya baktım yamulttum ağzımı yüzümü, ama kahretsin be o bile bozamadı bu güzelliği..
Seslendim kendi kendime:
-haklılar kızım, güzelliğin ömrü kısa olmalıdır.
Anneme kızıyorum bazen..
Neden gözlerim böyle iri ve güzel olsun diye doğar doğmaz sürme çekti gözlerime, neden her yanımı tuzladı kötü kokmayayım diye..
Bin yıllık şeceresi olan ailemin en iyi genetik özellikleri bende birleşmiş. Zekâ desen ooooo..
Yazıyorum, okunuyorum, seviliyorum..
Elbette ki düşmanlarım bol.
Gözümü süzsem âşık oluyorlar ama kendi kabahatleri beeee..
Benden tek bir sinyal bile almadıkları halde tek taraflı aşk yaşayan insanlar..
Hınçlarını alamıyorlar tabi ki..
ehu ehu saldırıp duruyorlar, midem bulanmıyor artık (aslında mide diyince aklıma dolma geldi ben de pek iyi yaparım)

Neler değiştirmedim ki..
Çevremi değiştirdim.. Daldan dala zıpladım ben bile artık neyi savunduğumu hatırlamıyorum.

Çıt çıt çıt( 10 dk lık çekirdek arası veriyorum bu merete de bir başladın mı illaki son çekirdeğe kadar gelmek gerek)

neyse takip ediyorlar beni..

İnsanlar kablo üzerinden bilgi aktarabiliyorlar acaba diyorum insan nakli de oluyor mudur?
Oluyordur tabi.
Evimi, telefonumu bana ulaşabileceği reel olarak hiç bir bilgi yokken ellerinde beni takip edebiliyorlar.
korkuyorummmm...

Benle ilgili her konuyu lastik gibi sündürüyorlar dangalaklar beeeaaaa.. Neymişim ben?
Ben de siz gidin de abiniz gelsin diyorum.( acaba abileri yakışıklı mı)

yıllar önce bir film seyretmiştim adam elektrikli sandalyede idam ediliyordu. Sonra böyle garip garip dualar ediyordu. O kısımda tuvalete gitmiştim
o sırada odada olsaydım kesin ne dediğini bilirdim. Ben her şeyi biliyorum. Sonra adam elektrik telleri ile kendini oradan oraya naklediyordu.
İnternet üzerinden bana ulaşacaklar.

Takip ediliyorum.
Az önce arkamda biri nefes mi aldı? Sanki ensemde bir nefes hissettim..

Filmlerde falan “tanık koruma programı” vardı. Başvursam mı acaba?
Sesime ses ver, ey içimdeki zeki ve güzel kadın..
“aşk gibi sevda gibi, huysuz ve tatlı kadın”
Bunu yazan bana yazmış gibi..
Bugün de çok akıllıyım..

Evet.. Evet..peşimdeki sanal düşmanlarımdan kurtulmanın tek yolu bu gibi. Kimliğimi değiştireceğim. Adım-adresim-işim.
(ya ajanlar hem yakışıklı hem de iyi maaş alıyorlar hem de karizmatikler.. ehu ehu bir taşla iki kuş)

Peşimdekilere de hak vermiyor değilim aslında. Ben de olsam benim peşime düşerdim.

31 Temmuz 2008 Perşembe

Karanlıktan Önce

Sokaklardan yürüyüp geçiyorum...
...lime lime olmuş lağım borularından akan
pislikten harab olmuş sokaklardan geçiyorum...
...zamanın gerisinde kalmış,
öyleki üzerinize yıkılır diye...
...atlamaktan korkacağınız binalar...
...sizi tartan ve hakkınızda hüküm veren,
zamanın gerisinde merhametsiz yüzler...
...zamanın gerisinde kalıp,
kapanmış dükkanlar...
...kapanmış çarşılar...
...kapanmış sinemalar...
...kapanmış parklar...
...kapanmış kafeler...
Bazen karşınıza tozlu levhalar,
gerekçeler çıkıyor...
"RESTORASYON İÇİN KAPALI"
"TAMİR NEDEYİYLE KAPALI"
Ne tür tamiratlarmış bunlar?
Acaba ne zaman bu sözde
restorasyon işleri bitecek?
Asıl ne zaman başlayacak bu
sözde tamirat ve yenilemeler?
Kapalı...kapalı...kapalı...
herşey kapalı...
Geliyorum, sayısız kilidi açıyor
ve süreksiz merdivenlerden
yukarıya hızla çıkıyorum...
...ve o işte orada,
beni bekliyor...
örtüsünü kaldırıyor,
onun tozlu soğuk bedenine bakıyor...
...ve tozunu silip,
onu okşuyorum...
Ellerimle, nazikçe, arkasını,
üzerini ve yanlarını siliyorum...
Onun önümde kendimi,
çaresiz ve mutlu hissediyorum...
Parmaklarımı tuşları üzerinde gezdiriyor
ve aniden her şey başlayıveriyor...
Önce ufaktan ufaktan,
çınlayan bir sesle müzik başlıyor,
sonra yavaş yavaş hızlanıyor...
Şimdi son sürat çalıyor...
Duvarlar, ağaçlar, sokaklar,
katedraller, yüzler ve sahiller...
Hücreler,
küçük hücreler ve büyük hücreler...
Yıldızlı geceler, çıplak ayaklar,
çam ağaçları, bulutlar
...yüzlerce, binlerce,
belki bir milyon papağan,
Bir iskemle, bir sarmaşık....
...hepsi benim çağrıma karşılık veriyor,
ve bana geliyor...
Duvarlar geri çekiliyor, çatılar yok oluyor,
ve sen son derece doğal bir halde
havada öylece sürükleniyorsun...
Olduğun yerden kurtulup süzülüyorsun,
ve yükseldikçe yükseliyorsun...
başka bir yere götürülüp,
naklediliyor, ölümsüz kılınıyor,
ve kurtarılıyorsun...
O güç fark edilen ama
sürekli ritme şükürler olsun...
...aralıksız "tap-tap" diye ses çıkaran,
o müzik...

Reinaldo Arenas

Aşkım, Deniz

Ben...
...o çocuğum...
...kirli yuvarlak yüzlü...
..her köşede karşına çıkıp,
"bir çeyrekliğin var mı?" diyerek...
...canını sıkan...
Ben...
...yüzü kirle kaplı...
...hiç şüphesiz
kimse tarafından istenmeyen...
... diğer çocuklar,
atlayıp zıplayıp...
...gülüşüp oynaşırken...
...uzakta durup gelip geçen
at arabalarını izleyen...
Ben istenmeyen o çocuğum...
...kesinlikle istenmeyen...
...kirli yuvarlak yüzlü...
öyle ki dev sokak ışıkları ya da
büyük annem beni aydınlatmadan...
...ya da küçük kızların önünde
öylece aptal aptal dikilip durmadan
çok önce...
...kirli yüzünün aşağılayıcı bakışlarını
yansıtan, o çocuğum ben...
Ben o her zaman kızgın
ve yalnız olan çocuğum...
...sizi o her zaman kızgın olan
çocuğun aşağılamasına
maruz bırakan ve uyaran:
"Eğer yanlışlıkla başımı okşayacak olursanız...
...bu imkanı sizin cüzdanınızı
çalmak için kullanırım."
Ben her zaman o çocuğum...
işlenmiş ve yakında işlenecek suçların
sonucu çıkması yakın terörden...
...gelecek olan cüzzamdan ve
pirelerden önce...
...hep o çocuk olarak kalacak olanım.
Ben o itici iğrenç çocuğum,
eski kartonlardan uyduruktan bir ev yapan...
...ve bir gün kendisine
eşlik edeceğinizi bilerek...
...sabırla bekleyen.

Reinaldo Arenas

not: umarım bir gün kitabını ve şiirlerini Türkçeye de çevirirler.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Ekşi'nin Maskotuna Naçizane Bir Şiir

kançanağı gözlerim arkadaştan gelen
maili dostlara forward etmekten iflas etti
pms dönemimdeyim ağzım burnum
nutella içinde
ve sanal ormanda gezinirken
gözlerim seni arıyor
fakat yoksun
ilkgençliğimin örselenmiş dehlizlerinde
duvarımın her an farklı bir sen olan çizgilerinde
uğruna feda olduğumuz kızıl elmada
saçlarımdaki yıldızları
tek tek atacağım denize
türbana karşı değilim
iki mısra yukarda anladınız
gece rengi saçlarımın açık olduğunu
ben takmasamda
-ki takacağım günler gelecek
namazında niyazında
entel kezban nine olduğumda
ama o zamana kadar
diğer entel kezbanlarla
kortej oluşturup
minnetlerimizi sunacağız sanal
dinin tanrısına
ve uyuşmuş beynimiz
yeni yeni öğrendiğimiz
faucoult u
kullanarak her cümlede
zizek ile çizik çekeceğiz yaralı bilincimize
-yoksa shayegan mıydı-
neyse önemli değil
isimlerini biliyorum ya o yeter-
facebookta ebemizi bulacağız
salkım salkım tan yelleri estiğinde
ve o ebemiz “misafir ol gel bana
elmalı turta yapayım sana” diyecek
acı dolu aşklar yaratıp kendimize
içimizdeki kezban
“sevda yüklü trenleri” fısıldarken
entel tarafımız
“la vie en rose” u mırıldanıcak
evrimimin son basamaklarındayım aşkım
üşüyorum sendeliyorum
çelme takma
o level a ulaşmak istiyorum






bu naçizane şiirimi ekşi sözlükte yazmıştım. hesap silindi şiirim de silindi.

Oy Turnalar Almayın Başından Türbanı (gene aynı maskota eğlenmesi için)

Kayıt aşamasında bulunamadığım ekşi sözlük bet-sesler korosunun ekşi sözlük assolisti ile ortaklaşa çıkardığı bir albümdür. Mücbir sebepler yüzünden katılamadığım albüme oysaki kendi ellerimle hazırladığım “Atem tutem ben seni türbanlı kız” şarkımla katılmak isterdim.



Tarkan’ın metamorfozu beni düşündürdü.sadece Tarkan değil Gregor Samsa ,Dostoyevski’nin “yeraltından notlar”da geçen “sana böceğe dönüştüğümü anlatırdım zamanım olsaydı” sözü geldi aklıma. Metamorfoz minik bir zamanda şahit olunabilinecek değişimdir. Evrime şahit olmamız mümkün değil ama bir insanın metamorfozunu değişimlerini hele de o kişiye yabancı isen rahatlıkla objektif olarak tarafsız olarak gözlemlemek mümkün.

Benim de “her konuda fikrim vardır” birinci safhada başlayıp gereksiz yere kişilere çatması ile ikinci sahfasına geçen “her düşüncenin adamı” imajı ile üçüncü safhasına geçerek son halini alan, ,agresif, bir söylediği ertesi günü tutmaz birine dönüşen bir yazar gözüme takıldı.

Birinci safhada iken bu yazarımızın çıkardığı albüm “ arım,balım,peteğim” idi.solo çıkardı bu albümü. Tamamen populer kültürün istedikleri ,ve sürekli aynı nakaratlık 4-5 cümlelik şarkı sözleri.

Albümdeki şarkıları:

1-dikkat çekmezsem ölürüm(dikkat çekmezse ölecek hastalığı) akustik balad

2- müebbet muhabbet-hip hop

3-welcome to the club –bu albümün tek elektronik şarkısı-

4-herkese selam eder, diyaloga can atarım : arabesk-pop

5-ben dünyanın en güzel karısıyam – naat –uzun hava

6-zeki değilim çaktırma : pop +rap şarkı sözü kendine ait

7- namus kumkumasıyım, terbiyelim ama küfrederim –trip hop

8-siyasetten anlamam kralını yaparım - ağıt



İkinci safhasına geçen Ekşi dünyasında polemiğin prim yaptığını öğrenen yazarımız, kendini sallamayan, ciddi yazarlara saldırarak reklamın iyisi kötüsü olmaz babında ismini ekşi-volede göstermeye başlamıştır. Fakat her türlü yolu denemek de olsa dünün mahalle düğün salonu sarkıcısı star olmak için yanıp tutuşmaktadır. ve uzun dönem takip ederek yazarak-silerek, içi bik bik cik cik de dolu olsa daha uzun şarkı sözü okumaya ve sahip olduğu bilgisi ile minik fikir parçalarını sunmaya başlamıştır ikinci safha albümünde.

Bu albümün adı: “ bıldır ki yediklerim şimdi tırmalamaya başladı”. Sildiği binlerce entry anısına çıkarmıştır bu albümü. Bu defa albümüne kendi gibi minik sanatçı yazarlar dahil olmuş ortak çalışmalar yapmıştır mışkırarak çemkirerek..ve assolist olma özlemini gidermek için bu albüm tsm idi.



Albümde ki şarkılar



1-"nah" dedim sanat oldu -suzinak

2- herostratos um benim biricik idolüm-gerdaniye

3-türbanlılar öldü de su içen ölmedi mi-hüzzam

4-bahşiş vermekten çok utanıyorum-buselik

5-ad hominem bal hominem yanakları gül hominem-bayati

6- bilya gözlüm sana meylim nedendir- kürdili hicazkar

7-agahta christi halt etmiş ben bir kaybolsam geri dönmem için en az 10 ağlak entry gerek başlığıma- acema şiran

8-denyo musunuz yaa...hicaz makamında

9-ben bir kucuk cezveyim –uşşak makamında türkü



Artık gündemde nah dese duyulan yazar olmuştur. Daha sonra yoga-yogi çalışmaları ile daha derin bir insan olmaya çalışırken (2 kulaçlık derinlik) bir şeyin daha farkına vardı (bu ülkede yaşayan her köylü kurnazının ergeç fark ettiği şeyin)

dincilerdeki damarı keşfemişti : onlar kendilerinden olanların değil, kendilerinden olmayıp da çağdaş görünenlerin onları savunmasına, şirin yüz göstermesine karşı zaafiyet içindeler. aynı şeyi kendi camialarından biri söylese pek önem vermezler. ama kendilerinden olmadıklarını düşündükleri biri söyleyince sarılıyorlar ona.

onlarla aynı ataerkil yapıdan, aynı sosyal statüden ve aynı mahalleden gelmesi de tabi ki onları kavramasını kolaylaştırmıştı. onlarla kumaş olarak farkı yok. ancak başını açarak, anlamını bilmediği kavram ve terimleri oraya buraya serpiştirerek kendisine onlardan olmayan ağır bir hava vermeye çalışan bu yazarımız çoğu kişiyi de kandırmayı “özgürlüklerini savunduğu” imajını vermeyi başarmıştı.

Bu konuda en çok güvendiği şey sanal dünyanın hafızasız olmasıydı. Bir gün yaz istediğini ertesi gün çeliş kendinle kimse anımsamaz.bunu kullandı.

Bu arada gider sivas katliamında yanan bir şaire "yanması beni zerre kadar ilgilendirmiyor. şiirini tuvalet kağıdına bile yazmazdım" der. Ve daha sonra “akıllıyı el över deli kendini över “ hesabı ne kadar entelektüel, ne kadar özgürlük yanlısı ne kadar hümanist olduğunu yazar kendi başlığına. Sonra döner etnik ve mezhepsel özelliği ile bilinen bir şehrimizin kadınlarına evliliklerin bitme sebebi olan 3. kadındır diye genelleyen birinin nickinde eleştirilmesine "şahsı tartışmayın fikri tartışın" diye karşı çıkıp o şehrin kadınlarına büyük bir leke süren kişiyi savunur. Sonra gene "ehu"ları ile başlığına döner “ insanların dinlerini yaşaması gerektiğini buna kimsenin karışmaması” gerektiğini anlatır. Sonra bu defa demokrat solcu biri "devletlu dar kafalilikla kicindan laf ureten zevat" DİYE BAŞLIK AÇAR, bizim yazar GELİP ONU HEDEF GÖSTERİRCESİNE "bolucu dar kafalilikla kicindan laf ureten zevat" diye BAŞLIK AÇAR. BUNUN bölücü diye hedef göstermekten farkı nedir? hatta ikinci entrysinde doğrudan hedefini de bkz olarak verir. Böyle biri ne kadar entelektel hatta hümanist ve insan haklarına saygılı olabilir? Fakat hafızasız sanal dünyaya güveni tamdır bizim yazarın.

Ve metamorfozunu da tamamlamış bir şekilde sanal dünyada yeni albümü ile duyulmaya hazırdı. Bu defa Ekşi sözlük çok-bet-sesli korosu da Türkiye populer müzik semasından zınk diye düşen albüme katkıda bulundu. Albüm gelirlerinin “türbanıma dokunma biz kurbanız “ vakfına bağışlanacağı söylentiler arasında.

Daha önce savaş çocukları için yapılan pavarotti and friends serisinden adını alsa da amaç çok farklı karıştırmayalım lütfen.

Albümün müsebbibi sayın ekşi sözlüğün şirinlik muskası albümün içeriğine uygun olarak her mısra arasına fısıldadığı “ o benim”, “değilim”, “olabilirim” ile katkıda bulunuyor.

Albümdeki şarkılar

1-hicbir sey yapmadan oylece duran turbanli kiz

2- ideal turbanli kiz

3- araba suren turbanli kiz

4- bosa kacan turbanli kiz

5- chat yapan turbanli kiz

6-türbanlı kız dostu türbansız kız

7- gobegi gorunen turbanli kiz

8- makyaj yapan turbanli kiz

9- kirmizi turbanli kiz



Ve bonus şarkı: kültürümle ezemesem uçurturum seni



Not: kim olduğunu saklamıyorum. okuyan anlar.bu tarzda yazmayı tercih ettim zaten hakaret arayan da bu entryde hakaret bulamaz . boşuna hakaret aramayın canlarım. Cankuşlarım. Elime, klavyeme, yüreğime sağlık değil mi?



not: bu yazım zamanın behrinde ekşi sözlükte idi ben uçtum yazım uçtu.

26 Temmuz 2008 Cumartesi

EKŞİ SÖZLÜKTE NELER OLUYOR

Söylenilen yalanlara inandığım düşünülmesin.
Zerre kadar inanmıyorum. Ve aslında umrumda da değil.
Aracıyı kıramadım..
Abbaaaa kıramam seni bilirsin..(hep diyodun ya bana bişiler yaz aha yazdım kıramicam insanlardan birisin)

Silme sebeplerimden bir diğeri de:

Bloguma gelip yorum kirliliği yapan “kankilerin”

“buraya çöpünüzü dökmeyin”

Bir diğer sebep ise benim canım arkadaşım suçlamalara maruz kalıyor. Haberi bile olmadığı konularda..

Yazıyı kaldırma kararını gene bir diğer canım arkadaşım Camille ile birlikte aldık. Zira ona sormam gerekiyordu. Yorumları mevcuttu.

Sayın fikriyokkenherkonudazikriolan sen bunu hak edecek biri deilsin. Camille’ e Abbama ve o diğer kişiye teşekkür et. Çünkü herkese yutturduğun yalanlarına ben inanmadım.

Başına bir şey gelemez zira çok kalın

Yallah cinler yallah kış kış cinler kış kış!

Hadi Sağlıcakla Kal
Julian

6 Haziran 2008 Cuma

Böyle garip Bencileyin

Bir arkadaşım bana önermişti okuyayım diye. “Erzsebet, harika bir kitap hem uzakdoğuyu anlatıyor, hem sürükleyici bir kitap”
Ve aldım.
Eve gittim okumaya başladım yaklaşık bir saatte ikiyüz sayfasını okumuştum bile. Biraz daha devam ettim ve kitabı bir daha açılmamak üzere kapadım hatta evde durmasın diye o kitabı almayı düşündüğünü söyleyen ilk kişiye hediye ettim.

O ilk okuduğum kısımlardan sonra uzunca bir süre kendime gelemedim. Aklıma Tutunamayanlar’ daki Selim Işık geldi. Hani Selim Işık için Turgut’ un duası-tamamını alamayacağım çünkü oldukça uzun :

" Allahım, onu neden yalnız bıraktın? Neden, yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin verdin? Neden, geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini ezdin? Neden, korkuyu göğsünden çekip almadın? Neden, suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin? Neden, apartmanın bodrumunda saklambaç oynarlarken Ayla’yla yalnız kaldığı zaman kıza dokunacak cesareti vermedin ona? Oysa, bu çeşit küçük cesaretleri en değersiz kullarından bile esirgememişsindir.
….

Meyveleri gösterdin de ağaca çıkarma becerikliliğini esirgedin. Neden küçük yaştan Latince, Eski Yunanca, Fransızca, İngilizce filan öğretmedin ona? (Sen ki bütün dilleri ezbere bilirsin).”

Aynen bu halet-i ruhiye ile kendime acımaya başladım. Selim ve Minik Mozart’la karşılaşan Salieri misali üzüntüye boğuldum.

“benim nem eksik kujum?”

Kitaptaki adam dokuz dil ve bir o kadar lehçe biliyordu. Dünyadaki hiçbir yer onun için yad el değildi. Dünyadaki heryerde adamın kalabileceği bir saray yavrusu vardı.

Adam aklınıza gelebilecek her türlü dövüş sporlarını biliyordu. Ve diğer extrem sporlarla ilgileniyordu.

Bütün kadınlar çevresinde pervaneydi. Kamasutradan başlayarak uzakdoğuya ait tüm sevişme sanatlarını biliyordu. Kitapta hele bir sevişme bölümü vardı ağzı açık ayran delisi eder insanı (konuştuğum bu kitabı okumuş her yüz kişiden 99 u ya bu adam gibi bir sevgilisi olsun istiyor ya da tam tamına bu adam gibi olmak istiyor) “Her genç kızın rüyası zetina dikiş makinası” gibi..

Bir de üstüne üstlük bir “ go taşı” ile bir insanı etkisiz hale getirebiliyor hatta öldürebiliyordu.

Adam dilbilimci, adam filozof, adam tek kelime ile supremann.

Ben başımı sokacak bir yer bulsam kıçım açıkta kalır misali dil öğrendim spor ile hiçbir alakam olmadı. Değil yarasalarla dolu bir mağaraya girebilmek yol kenarında kurbağa görsem ürkerim. Recai ‘yi bile uzaktan severim.

Demem o ki:

Sayın yazarlar lütfen biraz daha gerçekçi olun lütfen. İnsanların kendisi ile özdeşleştirmek bir kenarda dursun rüyalarında bile olamayacağı tipleri yaratmayın.

Komplekse girdim. (hala da çıkamadım)

Not: supremann doğru yazılmıştır. Madde 22 adlı kitapta Nietzsche’ nin über-mensch ine bir nazire olarak yazılmıştı.

4 Haziran 2008 Çarşamba

İlkyardım mı, Son Görev mi?

İlk yardımların çoğu zaman son yardıma dönüşmesinden dolayı ki bunda güzide filmlerimizin etkisi büyük yılan, sokması durumunda yapılması gereken ilk yardımı yazmak isterim.

Önce yanlış öğretilen, hayat kurtarırken acaba kahramanı olduğum kişinin hayatına da kahramanca girebilir miyim ümidi ile yapılanları belirteyim.

Kadın kahraman, zavallı kurban, güzel bayan ayağında 10 santim topuklu ayakkabı ile üzerinde derin yırtmaçlı , üstten derin gögüs dekolteli mini elbisesi ile “bambi” gibi mesire alanında dolaşıyordur. Birden o da ne!!!! bir piton değil tabi ki olsa olsa ülkemizde yaşayan herhangi bir orta zehirli yılan görünür.. elbette çekim yapılan yerde olmadığı aşikardır. Herhangi bir belgeselden kırpılmış bir sahnenin iliştirildiği oldukça açıktır .. neyse bunu ve ormanlık bir alanda böyle dolaşmasını gayet normal görüp devam edelim…
Ve o hain yılan kadın o sırada su içmediği için gelip sokar.. ve yılan kaçar yılanı bir daha görmeyiz.. o sahneye girer tıslar kuyruğunu kımıldatır sokar ve kaçar..
Ve bacağı ile ayak bileği arasındaki bölgeden sokmuştur…
Kadın yere atar kendini acı ile çırpınır.. bu da gayet normal..
Ama normal olmayan zehirin yayılması ile orta aşamada görülen belirtileri ilk anda göstermesi yani kendinden geçer bilinçsizdir..
İşte o sırada aslan yürekli ilkyardımcı ve de yakışıklı jön sahneye sağdan giriş yapar. Hemen kesiği yanındaki bıçak ile kanatır. -Burada duralım bu tehlikeli tetanosa yol açabilir-
Ve sonra hızla emmeye başlar.. emer tükürür.. emer tükürür –burda gene duralım ya yakışıklı jönün dişlerinden biri çürükse ya da ağzında bir yara varsa ya da dudakları çatlamışsa.. büyük yanlış-
Kadın hafiften ayılmaya başlar içeri taşır ve buz sürer yaraya
Sonra..
Olaylar gelişir..
Yanlış tamamen yanlış..
Yılan sokması durumunda yapılacak ilkyardım bu değil ayrıca içeri götüreceğine hemen bir hastaneye götürülmesi şart.

İlk yardım nasıl olmalı :
-Sokulan yer hareket ettirilmeden yıkanır
-Isırılan yerin birkaç cm yukarısına boğucu sargı uygulanır.
-Isırık yeri 0.5 cm kesilerek ve elle sıvazlanarak zehrin kısmen çıkması sağlanır. Bakınız el diyor emin demiyor çünkü gerçekten zararlı hayat kurtarmaya çalışırken kimse ölmek istemez değil mi?
-Kişinin yatarak nakli sağlanır.içeriye değil tabi ki en yakın sağlık kurumuna antivenom enjekte edilmesi için.

Bir diğer hatalı öğretilen durum soğukta "donma" durumlarında yaşanır.

Adam donmak üzeredir ve kadın titrek gözlerle süzer adamı..
Adamın yüzünde makyajla yapıldığı çok belirgin olan karlar kraliçesi ten rengi , hafifte su serpmişler ve dudaklar koyu leylak rengi (şiirsel anlatım olsun diye direkt olarak mor demiyorum dikkat ettiyseniz)

ilginçtir ki adamın donmasına sebep olacak kadar soğuk ortam kadını hiç etkilemez ( ben burada hep bu kadınların uzaylı olduğunu ve doğal ortamlarının da aslında -200 derece olduğunu düşünürüm) ve kadın da sadece kombinezonu andıran bir elbise vardır. Kadın adamı soyar ( şöminenin önünde işte ilk hata donmakta olan kişi asla birden çok sıcak ortama götürülmez)

dışardan kar getirir vücudunu karla ovmaya başlar (işte ikinci hata donan bölgelerle mümkün olduğunca temas edilmemeli ki daha fazla zarar görmesin)

ovalamaya devam erken adam hafiften ayılır ama kadın ovalamayı sürdürür. Artık ovalamak amacını aşmıştır ..

ve olaylar gelişir…

bu yanlış olan uygulama

donmakta olana ilk yardım nasıl yapılır bir bakalım:


-Hastanın üzerini, kolları serbest kalacak şekilde battaniyeyle örtün. Kuru, ısıtılmış giyecekler giydirin; sıcak, şekerli ve içinde alkol bulunmayan içecekler verin. Vücut bu tür durumlarda fazla enerjiye ve suya gereksinim duyar.


-Donmuş bölgenin daha fazla zarar görmemesi karla ya da çıplak elle o bölgeyi ovuşturmayın, masaj yapmayın. Elinizle tutarak ve verdiğiniz nefesle ısıtın.


-Kol ve bacakların hareket etmesini sağlayın. Bu vücut ısısını ve kan dolaşımını arttırır. Soğuğun aynı bölgeyi tekrar etkilemesine karşı koruyucu önlem alın.


-Derin donmanın ardından, deri normal rengini ve ısısını tekrar kazansa da donan kişiyi hemen yürütmeyin. Derinin ısısı, rengi ve dokunma hissi 30 dakika içinde düzelmemişse hastanın hemen hastaneye gitmesi gerekir.


-Donan kişinin dinlenmesini sağlayın. Donmuş yerin altına yastık koyarak, kalp seviyesinin yukarısına kaldırın.


-Donan kişinin bilinci yerinde değilse ağızdan içecek vermeyin. Hafif baş aşağı yatırın.


-Donan kişide bilezik ve yüzük gibi takılar varsa çıkarın. Donma nedeniyle şişlik olursa, bunlar kol ve parmağı sıkarak kan dolaşımını bozar, hatta kangrene yol açabilir.


-Deride oluşan su dolu kabarcıklar, mikrop bulaşma riski göz önünde tutularak delinmemelidir.

Sağlıklı Günler Dilerim
-eski yazımlarımdan-
not: ilkyardımla ilgili sitelerden rahatlıkla doğru uygulamalara erişmek mümkün..

Siyam İkizi Sevgililer

Halk arasında yapışık danalar diye bilinirler. Halk bu yani küfür ya da hakaret mahiyetinde değil durumun oldukça absürd olduğunu belirtmek için kullanmışlar.

Bunlar doğuştan yapışık değillerdir. Ömürlerinin büyük bir dönemini bir yapışık ikizi olduğunda habersiz geçirir. Ama çocukluk ve serpilme dönemi incelendiğinde yapışma eğiliminin sonradan kazanım değil doğumla kendine gelen bir hediye olduğunu anlarsınız.
En yakın arkadaşı nerde ise o ordadır. Aynı sıradadır. Aşı sırasında hemen arkasındadır. Kendine kurban olarak seçtiği, yapışmak üzere seçtiği zavallıyı öğrenim hayatı boyunca takip eder durur. O ne almışsa o da gider aynısından alır. En büyük hüzünleri yaz tatili döneminde yaşar. Kurban başka bir okula gitse, kendi şehir değiştirse ilk 2 ay kendine gelemez ama sonra yeni bir kurban bulur kendine…

Kendini ifade edebilmesi için taklit yöntemini kullanmak zorundadır. Geçen yazılarımdan birinde mimikri demiştim. Doğanın en büyük harikasıdır. Kendi yaşamını koruyabilmek, kendine yiyecek çekebilmek, ve üremesini sağlayabilmek için doğada bir çok canlı taklitten yararlanır. Bu da böyle bir şey.. ama kötü yanı taklit ettiği ve yapıştığı kişi ile o kadar çok özdeşleşir ki kurban artık rahatsızlık duymaya başlar çünkü elinden alınan kendi hayatıdır.

Bu yapışma ve taklit etme özelliğine sahip kişilerin bir sevgilisi olduğunda durum ilk aylarda çok güzeldir. Kurban olayın ehemmiyetini kavramaz . “ne güzel gününü hep benle geçirmek istiyor” diye düşünür. Dolmuşta el ele dizdize. Yolda sevgili bir yere kaçacakmış gibi elini sıkıca kavramalar.

Kurban olayı ancak yapışık ikizi kendisinin geçenlerde aldığı yazlık çiçekli elbisenin kumaşından yapılmış gömleği sevgilisinde gördüğünde anlar. Ve iş işten çoktan geçmiştir.
Çünkü çocukluğundan itibaren izleyeceği yol konusunda deneyim sahibi olan UHU-404 sevgilisi onun çoktan hayatına her alanda girmiştir. Karşısındakinin tüm özelliklerini iyice tartıp ona benzedikçe sevgilisinin ailesi tarafından kolay benimsenir, kurbanın arkadaşları tarafından sevilir. Terk etmeye kalkışan kurban zaten ilk önce onların hışmına uğrar. Ve iç hesap yapmaya başlar “bu benim için her şeyi yapıyor benim için kendi çevresi ve ailesinden vazgeçiyor, benim hoşlandığım şeyleri yapmak için didiniyor ve ben onu terk etmek istiyorum … kötüyüm ben.. nankörüm ben..” der ve ilişkileri devam eder. Tam da ikizinin istediği şeydir bu.
Bu raddeden sonra simbiyoz bir hayat yaşamaya başlarlar. Özel alan yok, kişiye özgü hobiler yok.. her zaman ve her yerde birlikte bir hayat.

Böyle ilişkilerin tek güzel yanı ise bir alana ikincisi bedava olan kampanyalara katılmak. Sinemaya bir biletle girerler. Bir kişilik mönü parasına ikisi birlikte doyarlar.

Aslında sanırım bu kampanyaları düzenleyen firmalar da bu çiftleri tek kişi olarak görüyorlar.

Mimikri: bir canlının ortamında başka bir canlıyı taklit etmesidir. Bu zehirli bir hayvanı taklit ederek (renk ve biçim olarak) kendi hayatını koruması ya da bir çiçeğin tozlaşmasını sağlayabilmesi için arıyı kendine çekmek için bal yapabileceği bir çiçeğin şekline kendisini benzetmesi gibi.
-eski bi yazım-

3 Haziran 2008 Salı

Haziran' da Ölmek Zor

Nazım, Anadolu şairi, vatan şairi
Nazım, bir nesil (bizler) göçüp gittikten sonra unutulacak şair
-unutturulacak -
Nazım, vasiyeti yerine getirilemeyen bir sürgün
Nazım, Haziran ‘ ın yası
Nazım “mutlu olmanın resmini şiiri ile çizen”


``Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala,
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala.´´
Bir Ankara gazesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne,
kapkara haykıran puntularla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında,
Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti,120 milyon lira.
'Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala.´´
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperversiniz, siz yurtseversiniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tınaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala.”

Nazım Hikmet

2 Haziran 2008 Pazartesi

Öylesine

İstanbul'dan Elazığ'a gelen bir kadın bir dükkânda aynasını unutmuş
Ve böylece tarihte ilk kez Elazığ’a ayna girmiş olmuş.
Kadın gittikten sonra dükkan sahibi aynayı görüp eline almış..
Daha önce hiç kendini görmediği için Almanya'daki kardeşine benzetmiş
karşısındakini.
-Ey gidi gardaşımm, seni bi daha görmek nasipte varmış.
Aynayı eve götürüp sarılıp uyumuş kardeşine..
Karısı bakmış adam biseye sarılıp uyuyor! Almış aynayı bir bakmıs bir kadın !
-Allah belanı vireee. Bu karı da kim? Bi boka da benzese bari.
diyerek feryat figan kapmış aynayı kadıya gitmiş.
- Kadı efendi, adam beni bu çirkin karıyla aldatiiii..
Kadı aynaya bakmış ve şöyle demiş:
-Yav bu karıdan çok kavata benziir'!!!!

Fıkra ile başladım önce biraz gülelim dedim hem de konum ile alakalı. İnsan karşıdaki kişide önce kendini görür. İnsan insanın aynasıdır. İster sanal da ister reelde. Birilerini tarif ederken aslında insan kendini tarif eder. Sonuçta kimse kimseyi reelde tanımıyor.
Tanımadığın insanı da genelleyerek yargıladığın an aslında kendini bir anlamda tarif etmiş olursun. Zira kimse müneccim boku yemedi ki yıldız falı açıp bilsin karşıdakinin karakterini.
Nostradamus bile yapamaz bunu canlarım..
Bir insana önemsiz diyorsan.. kendini önemsiz hissettiğindendir.
Bir insana yapmacık diyorsan en büyük maskeyi aslında sen takmışsın demektir.
Bir insana saygısız diyorsan sen ona saygı göstermiyorsun demektir.
Bir insanın seni aldattığını ve enayi yerine koyduğunu düşünüyorsan kendine çok büyük önem atfetmişsin ve herhangi bir fırsatta bu riyakarlığı sen yapacaksın demektir.
Aldatıldığını düşünüyorsan aklından türlü türlü aldatma planları geçiriyorsundur.
Karşındakine şeytan gibi diyosan sen de pek Cebrail sayılmazsın değil mi?
Böcek olursan ezilirsin. bu kişi rütbece senden büyük amirin de olsa kendini ezdirmeyen ezilmez.
Sürekli sevgi ve saygıdan bahsediyorsan içinde zerrece bunlardan nasiplenememişsin demektir.

İyi(kim), Kötü(kim) ve Çirkin(kim) Anlayamadım

Televizyonda film, dizi film veya program artık seyretmediğim için dünyadan habersiz yaşıyormuşum. “bilmeyen daha mutludur” sözü ne kadar doğruymuş meğer.
Sigara için yapılan yasaklardan haberim vardı (o kadar da değil yani) işyerlerinde, kapalı alanlarda yasaklanması. Sigara içen biri olarak yasakları gayet yerinde buldum. İçmeyen insanların sağlığını da düşünmek gerek. Çocuklara daha iyi bir çevre bırakmamız gerek.

Ama sadece sigara mı sorun?

Çevre kirliliği mesela sadece sigara dumanı ve izmaritler kirletmiyor ki!

Yani karşılaştırma yapılırsa sigara filtresi doğada beş yıl kalıyorsa cam şişe dörtbin yıl, plastik bin yıl, kola kutusu ise yetmiş yıla yakın doğada kalıyor. Yani aslında geri dönüşüme de el atılması gerekir. Mesela kağıt kullanımı.. böyle giderse yakında tüm ağaçlar a4 formatında birer parşömen olacak. Veya kullanılan spreyler, kimyasal ürünler, sebepsizce tüketilen ilaçlar.. bunlar doğaya daha çok zarar veriyor.

Neyse aslında bu konu değil.. beni şaşırtan başka bir durum oldu bu sabah.

Tv’lerden birinde bu sabah iyi, kötü ve çirkin adlı film vardı. Hani Clint Eastwood oynardı.Sergio Leone’ nin filmi, Ennio Morricone’nin uzun yıllar boyunca dilimizden düşmeyen müziğini yaptığı film.
Mesela “çirkin” nin yıkanırken içeriye kendini öldürmek için giren adamı vurup ardına “ vurmak istiyosan vur, konuşma” bölümünü severim.
Yıllardır değişik zamanlarda seyrettim bu filmi hatta replikleri ezbere bilecek kadar fazla seyrettim.
Ama bugünkü seyrettiğim “iyi, kötü ve çirkin” tamamen farklıydı.

Bütün oyuncuların ağzı ve bazen elleri mozaikleme yöntemiyle sansürlenmişti. Sigara, pipo sansürlenmişti. O yüzden Clint’ in dudak kısmı tüm film boyunca belli değildi.

Sanki ordaki sigara değil de cinsel organ!

Sanki film yıllardır seyrettiğimiz bir kovboy filmi değil de porno !

Şimdi böyle yapılarak sigaraya özendirilmemiş mi olunuyor?

Yahu bu uygulama dünyada başka nerde var?

80’ li yılların o filmleriyle büyüyen bir çocuğu olarak böyle komik bir uygulamanın biran evvel kaldırılmasını diliyorum.

Mozaiklenmiş ağza sahip Clint Eastwood görmek istemiyorum. Kirli Harry’nin tüm karizması dağıldı yahu!

Film zevkimi yerle bir ettiler!

Bu sansür yüzünden filmdeki yüzler birbirinin aynısıydı. hangisi iyi, hangisi kötü, hangisi çirkin bilemedim yahu! hepsi Rocco idi..

Çok sinirlendim.

1 Haziran 2008 Pazar

Ben Bir Pipo Değilim

Yazmak ne ifade ediyor? Çok merak etmişimdir? Ben neden yazıyorum neden yazmalıymışım gibi geliyor? Okunma isteği mi? Birilerine kendi kıçıma batmış çivileri gösterip belki de o çivilerin aynısının kendi kıçında da olduğunu gösterme isteği mi?
Yoksa sadece yaz-kurtul mu?
-
Mahlasla yazıyorum “Kontes Bathory” 1600 lü yıllara damgasını vurmuş Bram Stoker ‘ın Drakulası için esin kaynağı olmuş kontes Bathory.. bir vampir hatta 900 kişinin ölümünden sorumlu bir seri katil. Şuan için pek canavarca görülüyor ama o dönemler için büyük bir canavarlık sayılmazdı. İnsanlar toprakla birlikte alınıp satılırdı. Bir insanın canı çok da önem arz eden bir konu değildi.
Serbest çağrışım aklıma gelen bir şeyi de söylemek isterim. O dönemlerde (bir ortaçağ hayranı olarak) bir kadının –bu kadın soylu sınıfından da olsa- ömrü en fazla 45 sene idi. Doğumlar, hastalıklar.. o yüzden erken evlilik söz konusu idi. Bir genç kız en geç 15 inde evlenirdi. 20 li yaşlardaki bir kadın orta yaşlarda olgun sayılırdı.
Bu arada gene serbest çağrışım aklıma M de Sade geldi. Büyük Liberten. Kitapları çoğu insan için iğrenç gelse de ben severim onu. Onun yaşadığı dönemde kitabında anlatılanlar aslında gizli kapaklı da olsa yapılan seks oyunları idi. O eleştiri amacı ile detaylara kadar indi anlattı. Bu yüzden ömrünü hapishanelerde ve akıl hastanelerinde geçirdi. Tabi Aktivist olması da ayrıca bir sebepti.
Sodom’un 120 günü adlı kitabında bir sahne tasvir edilir. Kadının vajinasından bir boru yardımı ile bir fare sokarlar içine ve vajinasını fare içerde iken dikerler. Bu büyük hasta bir beynin sanrıları mı? yoksa o dönemde olan yapılanların küçük bir örneği mi?
-
Neyse medeniyetleşme sürecinde tıpta , teknoloji de ilerleme insan ömrünü de uzattı. Mesela eski bir çok eserde verem, veba gibi ani ölümleri görebiliriz ama kanserden bahseden bir kitap ben görmedim. Kanser ağır ilerleyen ve daha çok ileri yaşlarda ölüme sebep olan bir hastalıktır. İşte günümüz insanına teknolojinin armağanıydı “Kanser”
-
Nerden nereye geldim. Kendimi frenlemesem serbest çağrışım ile mısır da bulunan mumyalara kadar gideceğim. Neyse .. Çağrışımları geçiyorum
-
Ben mahlasla yazmayı seviyorum. Çok önemli biri değilim. Önem arz eden yazılar yazmıyorum. Bende bir Dostoyevski ‘nin bir Steinbeck‘in sayfalar süren tasvirleri yok. Oku gözünü kapat canlandır. Ben bunu yapamam. O kadar fazla kelime bilgim de olduğunu düşünmüyorum. Ben bir yazar değilim.. ve asla da bir James Joyce olmayacağım. Günlük şeyler.. Bazen de sadece boşalmak için yazıyorum. Birileri okusun ve düşünsün tarzı büyücek isteklerim yok. Kendimi o kadar önemli görmüyorum. Herhangi biri de aynı konuda belki de çok benzer şeyleri yazabilir. Ben bir yazar değilsem neden adımı yazayım ki. Yazar sıfatı ile neden büyük üstatlara saygısızlık edeyim ki.
-
Yazmak..bomboş bir kağıdı doldurmak..beyninde koza yapmış bir şeylerin kanatlanıp uçması gibi..29 kendi başına anlamsız olan harfi anlamlı bir hale getirmek. Ve tasvir etmek. Ruh halini, çevreyi, bir konu bulmak birbiri ile bağlantılı bağlantısız karakterler yaratmak. O karakterlere bir kişilik ve cisim vermek.
Yazmak.. Vakit yaratabilenlerin işi. Ben asla bir Stendhal olamam. Telefon çalar ödeyeceğim bir fatura aklıma gelir, tv de sevdiğim bir film başlar, Camille ve Handan ile chatleşirim. AKP, artan vergiler, başörtüsü mü türban mı.. özgürlük nedir?, kızım ödevini sorar,komşunun küçük oğlu gelir İngilizce ödevini sorma bahanesi ile ve bir de bakmışım ki hınzırın bütün ödevini ben yapmışım, resim yapmak ister canım aniden ya da sadece o an aklıma farklı bir şey gelir, işler birikir patron azarlar, annemler okey oynayalım der velhasıl aklımda olanlar da uçar gider.
-
Yazmak güzel şey…yazabilmek güzel şey..
-
Ama ben yazamıyorum. Yazmıyorum.. Ve kendimi sadece öylesine herkesçe bilinen herkesin kurabileceği cümleler ile bir şeyleri anlatıyorum aşina olduğumuz şeyler.
Bir Fowles’ ın koleksiyoncusu’nu yeniden yazamam.
Ahh isterdim ama..
O hayal gücüne sahip olmayı isterdim.
-
Yaşamak çok çetrefilli bir mesele. Ölümsüzlük uzağında olduğum bir konu. Ölümsüz olmayı asla hayal eden biri olmadım. Bir şeyleri yazarken de yeniden canlanmak istemem. Bir ömrüm var başlangıcı belli ve öldüğüm tarihte de bitsin isterim bu serüven. Ama kalıcı olmak isteğidir yazmak.
Balzac mesela hala yaşıyor. Bende yaşıyor. Yazdıkları ile yaşıyor.
Bazen büyük yazarlara üzülürüm. Her an, her yerde yeniden canlanıyorlar. Bir iz bırakıyorlar her şeyde.
“cogito ergo sum” ile her gün diriltiyoruz Descartes’ ı.
-
Yapmacık olmayı hiç sevmem. Makbul bir insan asla değilim. İsim esirleştirir insanı, doğallığımı yitirmek istemem.
Kendi minik dağarcığımın her zamanki okşayışları ile mutluyum ve herhangi yeni bir oyun veya buluş dolambaçlı ilişkilerden çekinirim.
-
Çok fazla yalnız insan tanıdım. Çok fazla bundan şikayetleşen kişi tanıdım. Yalnızlığını bir an olsun unutmak isteği ile en yakındakine tutunan insanlar tanıdım. Oysaki bir kere bıraksa ve içine dönüp baksa aslında yalnızlığın bir seçim ya da bir kader olmadığını dünyada her zaman tek olduğunu görebilse daha mutlu olabileceğini düşünürdüm bu insanların.
Tekiz hep tektik. Anne rahminde parmak ağızda dizler karnımıza doğru bükük iken ve her taraf karanlık iken neler düşündüğünü merak ederim bebeğin. Ve kasılmalar ile dünyaya geldiği anda duyduğu rahatsızlığı merak ederim. Aniden bir dünya beliriyor. Kocaman uçsuz bucaksız binlerce milyonlarca insan karşısında ve hala tek. Bu dünya doğumum sebebi ile bana armağan edilmiş cam fanus içindeki, çalkalayınca kar yağar gibi görünen yapay dünya..
Ben varım ve varlar.. ben yokken .. Neden düşüneyim ki benden sonraki yaşamı? Neden benden bir iz bırakayım ki benden sonraya..
-
Ben sadece bir oyuncuyum. Sıram gelir sahneye çıkarım sıramı savdıktan sonra sandıktayım tıpkı Hayyam’ ın dediği gibi.
-
İlginç biri hiç değilim. Yani yazabileceğim şeyler o kadar kısıtlı ki. Sıradanı anlatan bir hayal gücü gerektirmeyen şeylere adımı yazmak benim demek bana yanlış geliyor. Çünkü benim olduğu kadar herkesin en azından bir iki kere düşündüğü yaşadığı şeyler bunlar. O yüzden bence ismim olan başkasına göre isim gizlemek diye düşünüleni yazıyorum yazı altlarına. O benim adım. Erzsebet.. ama altında sen, ben, o dünyanın bir ucundaki insanların yaşadıkları düşündükleri var.o yüzden yazıları tek bir isimde kişileştirmek oldukça bencilce geliyor bana.
-
Yazmak çok güzel bir eylem..deli gibi sevişerek evlenip o sevgiden bir çocuk yaratmak gibidir yazmak. Ama ben deli gibi sevişip evlenip beş ay sonra başka birine kaptırdım bu sevgiyi. O başka birine diğeri başka birine. İşte o yüzden cidden adı hafızalara kazınmış olan yazarlara saygım sonsuz. Onlar yaratıcı ben ise sadece bir süre görebildim o sevgiyi.
-
Benim yazılarım yarım..
Hiç tamamlayamam..
Hiç bir şey yaratamam..
Ne bir dünya kendini hapsedip mutlu olacağın sanal bir dünya yaratabilirim Ne de her tanıştığın insanda arayacağın karakterde bir insan yaratabilirim.
Ben hep yarım bırakırım bitmez..
Ya da herkes kendince tamamlasın diye
Ya da sadece kelimelerim bitti diye
Ben yazar değilim
Bir sinemada en arka koltukta oturan hipermetrobum. Sadece duyduklarım seçebildiğim renkler ile kafamda oluşturmaya çalışırım filmi.
Ben önünde duran ve gerçek bir yazarın binlerce sayfalık bir kitapta anlatabileceği güzellikleri göremeyen bir miyobum.
Ben sadece işte geldik gidiyoruz arasına birkaç kelime sıkıştırmaya çalışan alelade biriyim. Ve becerebildiklerim de ancak bunlardan ibaret.

not: eski yazılarımdan biri

Rüyalarım, Annem ve Ben

Kıçı açık uyumaktan olabilir. Ki zaten akla en çok yatanı bu.. zira gece boyunca döner dururum. Saat yönünde dönerim. Herhangi bir sebeple gece uyandığım zaman yataktaki pozisyonumdan saati tahmin edebilirim. Ve böyle dönerken dönerken üzerimde ne varsa atarım. Yani gene başa dönüyorum kıçı açık yatmaktan kaynaklanıyor diyenler haklı. Ne konuda? Son günlerdeki rüyalarım hakkında… Freud bile gelse açıklama da bulunamaz.

“Yok Freud abi ne silah görüyorum ne de rüyada parmağımı emiyorum.Akşam ağır bir şey de yemiyorum.”

Ama geceleri filmi takıyorum sabaha kadar seyret.. kimi yeri siyah beyaz, kimi yeri renkli, bazen arka fonda benim sesimle bir müzikal, bazen de sessiz film..

Son rüyalardan biri safaride bir grupla alakalıydı turuncu goriller ve tamamen şiddet doluydu.
Ondan sonra beynimdeki dvd de komedi filmlerine taş çıkaran rüyalar ve en son rüyanın yanında aksiyon filmleri yaya kalırlar. Konularını, olanı biteni anlatmak uzun sürer. Ben sadece son rüyamdan en ilgi çekici bölümü söyleyeyim. Ve onun bir de gerçek versiyonu var onu anlatayım.

Ben rüyalarımda normalde hiç başrol ya da yardımcı kadın oyuncu rolünde olmam hatta çoğu rüyamda ben bile olmam. Sadece seyirciyimdir. Son rüyamda ise kısa bir bölümde figürandım. Ama her şeyi anında takip edebiliyordum.

Ben ölmekteydim arkadaşlar. Evet hayata veda ediyordum. Başucumda annem (aileden başka kimse yanımda yoktu) vardı ve bir sürü doktor. Son nefesimde organlarımı bağışlıyordum. Ama sebebi daha çok ölü sanılıp yakılmamak için. Yani ölmeden cenazemde ölü olmayı garanti altına almaya çabalıyordum ( ölüm korkusu diyen çıkabilir değil efenim zerre kadar öyle korkularım yok bende daha çok ölememe korkusu var) yattığım yerden doktorlara “böbreklerimi alın, karaciğerimi alın, eliniz değmişken kalbimi de alın” diye direktifler veriyorum. Doktorlar ise ses çıkarmadan tek tek içimi boşaltıyorlar. Ama ölemiyorum yahu… ölü sayılıyorum ama ben hala konuşuyorum. Aynı anda da “hala ben neden ölmedim” şeklinde düşünüp akıl yürütüyorum.

“acaba beynimi de mi aldırsam. Tabi yaaa.. beynim hala yaşıyor o yüzden ölemedim. Ama insan kalpsiz bu kadar uzun yaşayabilir mi?”

Sedyemde yatarken aynı anda da annemle konuşuyorum. Cesedim nasıl yakılacak, törenim nasıl olacak, küllerim nereye serpilecek anlatıyorum, anlatıyorum, anlatıyorum…

“anne küllerimi suya falan serptirme, gömdür. Şimdi bir sürü tantana çıkmasın”

Ama o da ne???

Ben orda çırpına çırpına ölürken.. cenazemi ayarlarken, annem :

“erz ben çok sıkıldım, dışarı çıkıp bir sigara içeyim”

Dedi ve gitti..

Uyandım..

Bunun gerçek versiyonu ise daha bir acı..

İki yıl önce bir ameliyat geçirdim. Fazla önemli bir ameliyat değildi. Ayıldığım ilk anları hatırlamıyorum. Ama anlatıldığına göre; ilk anda boğulur gibi sesler çıkarmışım. Ve gene yanımda annem, beni öyle görünce “kızım boğuluyor” diye telaşa kapılmış. İşin komiği doktor:
-o numara yapıyor. Boğazı yanıyor ve nefes alamadığını sanıyor. Demiş.

Bundan sonraki arayı ne ben merak ettim, ne çok uzun sürdü (sanırım) ne de kimse anlattı. İyice ayıldığımda ilk söylediğim şey
-canım yanıyor.. daha doğrusu şu şekilde:
-annneeee canım yanıyor bana ağrıkesici iğne yapsınlar söyle şunlara
Canım annem koşup bir hemşire bulmuş, hemşire ağrı kesicinin zaten serumun içinde olduğunu anlatmış. Annem bana geldi ve serumda ağrı kesicinin olduğunu söyledi. İnanmaz bir şekilde “peki” dedim ama beş dakika geçti geçmedi bağırmaya başladım:

“yalan söylüyorlar.. serumda ağrı kesici falan yok. Ben burada çırpınarak canveriyorum kimse bana aldırmıyor.”

Benden artık yeterince bıkmış olan annem umursamaz bir tavırda:

“Erz, sen hemen öleceğe benzemiyorsun, ben bir sigara içeyim sen ölmeden geri dönmüş olurum” dedi.

Aksi, huysuz biriyimdir gerçekte de böyle , rüyalarımda da böyle..

30 Mayıs 2008 Cuma

Kırmızı, Külrengi

Artık soytarılar aldı bilgelerin yerini
Bir kral belirlediler içlerinden
Ve bir yıldır üzerinde yürüdüğümüz keçi yolu
Bir yıl bir gün sonra kralın yolu oldu
Ve toplandık yeni kralımızı taçlandırmak için
Onurlandırmalı ve bağlılığımızı bildirmeliyiz
Kalabalık karşıladı kralı
Yerlere kadar eğildik
Görkemsiz ve aptal görünüyordu kral
Tüm tebası gibi
Mutsuz, huzursuz ve kötü bir hayatımız vardı
Üç-dört yıl sürdü
Ve doğudan bir barbar
Yüzümüze karşı söylenmiş bir küfür gibi
Önce ileri karakollarımızı kılıçtan geçirdi
Hasata başladı barbar kral
Kanla suladı toprağımızı
Ve insanlarımızı biçti
Korktuk, kralımızın etekleri altına saklandık
Sanki oklar delip geçmez
Saplanmaz gibi etlerimize
Parçalanmış kafalarımız düşmezmiş gibi
Kadınlarımızın çatlamış avuçlarına
Ama kralımız altına kaçırdı
Tam üzerimize pisledi
Bir gec yarısı doğulu kral
Bir nefes kadar yaklaştı bizlere
Ve katletti hepimizi
Kralımızı
Akan kanı daha fazla
Kabul etmedi toprak
Ve dökülen kanda yansıdı ay
Kırmızı, külrengi

19/01/2004 Cengiz-El Loco-

Bugün Kalan Hayatımın İlk Günü

Uzaklarda;
Bir çift safir kanat takıp omuzlarına
Uçuyorsun!..
Eriştin mi bulutlara?
Ne kadar ucuza harcadık
Bir avuç olduğunu
Bildiğimiz halde zamanı
Umuda dönerken insan
Umutsuzluğa, yokluğa veya
Sensizliğe
Mahkum olması normal midir?
Yaşam başlıbaşına bir anormallik zaten
Bir zamanlar içlerinde yaşadığımız
Şarap şişelerinden bile uzak duruyoruz
Deniz kıyılarına bile inmiyoruz artık
Benim standart sevgilim
Biri deniz fenerini bombalasın
Her şeye şahit o!
Ne zamandır Haydarpaşa’ yı karşıdan görmedim
Biri deniz fenerini bombalasın
Asla tutamayacağımız sözler verdiğimizin
Tek şahidi o!

Talan devam ediyor
Bir başladı mı durdurulması zor
Bir paragrafa sığdırdığımız
Tüm yaşanmışlıklarımız
Talan ediliyor
Oysa roman yazmak istiyorduk
Suyun üzerinde yürüyebilecek anlarımız vardı
Bir mucize yaratabilirdik
Kuşkusuz
Kentin yağmurlarında
Yetiştirdiğimiz gül bahçemize
Girip,
Yok ettik biz
Ve onlar
Her şey ne yazık ki bir şişe şarap esrikliği
Sabah kalktığında başağrısı
Kalıcı değil
Ama ben esrik doğdum
Eminim,
Öğreniyoruz her devinim bir ders
Ama ana fikirleri
Kendimize bile itiraf edemeyecek kadar
Korkağız

Bonkör olmadığımızı kimse söyleyemez
Hatta bir haftalık ömrümü
Çay içtiğimiz kafedeki garsona
Bahşiş bıraktım
Engellenemez tein ihtiyacı
Şu saydam gri gülen gözlerin
Biri deniz fenerini bombalasın
Israr ediyorum
Biliyorum üzüleceğim
Fakat biri yapmalı
Ben;
Cebimde çocukluğumdan kalan sapanım
Seni avlamaya geliyorum

03/07/2000 Cengiz- El Loco-

Donmuş Kadife

Hissediyorum
Çok soğuk
Ve biliyorum ki
Bir mermi namluda dondu kaldı
Kadife kılıfını parçalayıp
Yoluna düşecek
Mesafesini alacaktı
Donup kaldık
Yapıştık
Donmuş kadife
Tatlı yumuşak temasını hissettirmiyor
Hareket ettirmiyor
Soğuk derimi yakıyor
Ve karanlık geliyor

10/11/2003 Cengiz- El Loco

Sonbahar Gelmiş Gibi

Hüzün gözyaşıyla başlar
Ağlayışlar umutsuzluğu getirir
Kaybediş sonbaharı sevmekle başlar
Bazıları neden güneşi sevmezler
Bilir misin?
Güneşi görmemiş insanlar değil
Güneş ışığının ne olduğunu bilenler
Karanlık sonbahar
Yumuşatır acıları
Dayanma gücü vermez
Sadece bir parçanmış gibi hissettirir
Hep varmış bu hüzün yüreğinde de
Sonbahar sayesinde farkına varmışsın gibi
Gözyaşları yağmur taneleri gibi
Yeryüzü ağladığından değilde
Mevsimin özelliğiymiş gibi
Ruhundaki alacakara
Senin sonbaharın gelmiş gibi
Bilebilmen için
Sert bir kışın geleceğini
-kışın çok sert geçeceğini-

19/10/2003 Cengiz- El Loco -

29 Mayıs 2008 Perşembe

Geceyarısı Kuşları

I

Gel! Küçük sevgilim
Ay yükseliyor
Yılana binelim
Kertenkele Kral bizi şölene bekliyor
Artık gidelim
-bekletmeyelim-

II

Havada asılı kasveti
Ve arkaik
Ve tozlu septik
Ve laneti saklayan
-içinde barındıran-
Tozlu bir yazıt
Erken gelen sonbahar

III

İlk veya son fark etmez
Yeter ki bahar gelsin
Yağmur yağsın
Toprak koksun

22/08/2003 Cengiz -El Loco-

Poison Whisky

Yarım saattir balkondaki sardunyalarla uğraşıyordu. Açık balkon kapısı ılık bir meltemin içeri girmesine izin verdi.
Duvardaki resimden koparıp düşüncelerimi, kalkıp radyoyu açtım. Kara bir blues yayıldı odaya sanırım ayrılık için bir giriş arıyordu.
Son sözlerin bir nutuk edasında olmasını severdi. Hiçbirşey ifade etmiyorduk uzun zamandır birbirimiz için.
Alanya’daki pansiyonu düşündüm. Bahçesindeki tek erik ağacını. Hafifçe bir ürperti yaladı bedenimi.
Sigara paketime baktım boştu. Lyn-sykn cd mi alıp, çıktım. Köşedeki dükkandan bir kısa camel aldım.
Radyodan naklen maç anlatılıyordu. Bozuklukları cebime koyarken kayıtsızca genç adama sordum :

-maç kaç kaç?

Sanırım geri dönmeyecektim.

28/06/2000 Cengiz-El Loco

Save Dedi Gönlüm

Çizilmemiş resimler var tuvallerde
İçilmemiş şaraplar bağlarda
Sevilmemiş kadınlar köşebaşlarında
Kahramanlarımız tek tek
Terkediyorlar bizi
Bilirim ki bir dönem birlikte göçer
Acelesi olmayanlar ve direnenler dışında
Peşimde hep zamansız ölümler
Hoyratça sevilen göğüslerinde
İnce bir sızı var bugün
Biliyorum
Başın sağolsun

03/07/2000 Cengiz –El Loco-

Zombiler

Filmlerden bahsederken zombilerden bahsetmemek olmaz. Bugünkü konumuz zombiler. Hayatımıza nasıl girdiler, neden çıkmak bilmiyorlar, kazandırdıkları nedir, kaybettirdikleri nedir, bir zombi politikacı olursa hatta başbakan olursa ne olur? Zombiyi masaya yatıracağız, kendimizi ısırtmamaya dikkat ederek inceleyeceğiz, kıçına iki şaplak atacağız ve sonra geri göndereceğiz.

Atalarımızın bir sözü vardır” rüzgar ekersen fırtına biçersin” ya da “ harmanda izi olmayanın ekinde hakkı olmaz” son atasözü alakasızdı kabul ediyorum. Aslında sürekli bir şey ekersen sonucunda ektiğinin iki katını elde edersin, iyiyse ne ala, kötüyse banane..

Binyıllardır ölü ekiliyor topraklara, artık zombi biçmenin zamanı gelmişti. Zombiler filizlendi ve Hollywood’ da yeniden doğdular.
İlk zombiler yengeç dansı yapar gibiydiler. Hani Fenerbahçe’ nin yengeç dansı . aslında o versiyonu hızlı sanırım Galatasaray’ ın şampiyonluğundan sonra yaptıkları yengeç dansı “böyle isteksiz, hareket etmeye ne mecalleri ne de istekleri var şekline” daha çok benziyor.
Ve ilk zombiler “taze beyin” diye hırlayıp gezerlerdi. Canlı olana düşmanlıkları çok belirgindi.
Sonra zombiler de giderek geliştiler daha hızlı hareket etmeye başladılar, yeme içgüdüsü ile hareket eden zombiler yerlerini tuzak kuran, düşünebilen zombilere bıraktılar.

İşte zombi evrimi kısaca böyle özetlenebilir.

Şimdi en önemli kısıma geçelim . ölüler heryerden akın akın geliyor, böyle ileri doğru hep salına salına yürüyorlar. Amaçları beslenmekten öte herkesi kendileri gibi yapmak. “Ben neysem o da öyle olsun zombi zombi geçinip gidelim bu dünyada” amacındalar. Bu amaçlarını şurdan rahatlıkla anlayabiliriz. İçgüdüleri ile hareket eden ve sadece yemek için parçalayan bu zombiler neden birbirlerine saldırmıyorlar ? kendileri gibi olmayan hayvanlara değin parçalayıp yerler, ısırırlar ama “imhotep, imhotep” diye diye vecde gelmiş gibi yürüyenler gibi ilerlerken asla birbirlerine saldırmazlar. Daha önce de dediğim gibi amaçları herkesi kendileri gibi yapmak.Gayet doğru..
Herkes öyle değil mi? Kendine daha iyi bir yaşam alanı sağlayabilmek için herkes çevresindeki insanları değiştirmek istemez mi? Onları kil hamuru olarak düşünüp, mıncıklayıp, yontup istedikleri şekle sokmayı herkes düşünmüştür zaman zaman.

İlk kurbanlar verilir, geriye bir avuç insan kalmştır. Karşı semtin benzin istasyonunda çalışan bir genç, erkek arkadaşını zombi kapmış bir kız, barda eğlenirken zombi istilasından bir şekilde sağ kurtulmuş bir adam, hamile bir kadın, muhakkak onlara yol yöntem gösterecek askeriyeden kovulmuş bir adam ve tırsak bir adam. İşte bu insanlarda değişim birden yaşanır. Düne kadar kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, dışarıda görsen vasat diyeceğin, zayıf güçsüz bu kadın ve erkek grubu birden değişiverir. İçlerindeki savaşçı ruh birden pörtleyiverir. Hani “rambo” filmlerinden alışık olduğumuz savaşa tek başına giderken hazırlanması vardır ya. Her biri bir “rambo” ya dönüşüverir. Silahlanır ve kırk yıllık savaşçı gibi davranmaya başlarlar. Hatta ne hikmetse hepsi kendini koruma ve dövüşme sanatlarında birer usta oluverirler.

Burada bir parantez açıyorum : aslında “ rambo” dan daha sonraki yazılarda bahsetmek istiyordum ama burada sırası gelmişken belirtmek istedim. Rambonun başına bir bandana takış şekli vardır. Tüm hazırlığını yapar ve en son o bandanayı alnına takar. Bir örtüyü alına o şekilde takmak “rambo” tarafından keşfedilmemiştir. Hatta ileri giderek söylüyorum : rambo taklit etmiştir.
O başa bandana ya da örtüyü o şekilde bağlama şekli ilk olarak Anadolu’ da görülmüştür. Aspirin yok, majezik yok ya gripin bile yok iken kadınlarımızın başı ağrıdı mı tülbentlerini( türban değil türban işlevsel değildir) başlarına aynen o şekilde bağlarlardı. Ağrı kesilir miydi?bilemiyorum ama işe de yarıyor demek ki.-bir ara deneyip söylerim- burada açtığım parantezi kapatıyorum.

Bunlar savaşarak, tekme atarak zombilerin kafasına ağır bir şeyler indirerek kendilerini koruma altına alırlar. Tırsak adamı bir zombi ısırır, virüs yayılmadan kolunu koparırlar. Yani adam elini verir kolunu kaptırır.

Ve işin ilginç yanı hamile olan kadına aşırı ihtimam gösterirler. Burada kadına büyük bir misyon biçilmiştir. Kadın “Havva” dır. İnsan soyunun devamını karnında taşıyordur. Zaten filmin sonunda da nurtopu gibi bir çocuk dünyaya getirir.

Ve bizim savaşçı grup korunan bölgeye varırlar. Bir şekilde zombi istilası da bastırılmıştır.

Yeni dönem filmleri işte bu kısımdan itibaren başlar. İnsanlar kendilerini korumak için yüksek duvarlar inşa eder. Ve korunmanın tercih edilen tek yolu : dışarıdaki gücü kontrol edemiyorsan kendini kontrol altında tut.

Burada tekrar bir parantez açıyorum: daha önce doğa ile iç içe avlanarak yaşayan insan toplu yaşama geçtikçe ilk korkularının üstüne başka korkular da eklendi. İlk korkuları doğa üstü tanımlayamadıkları varlıkların kendilerine dokunması idi. Giyecek hicaptan öte kendini korumak için dışarı ile kendi bedeni arasına bir engel koymak için giyildi (üşümek bile aslında bundan sonra gelir) giyecek yeterli gelmeyince evler inşa etti kendini hapsetti. Daha sonra kilitler, kendilerini kilit altına aldılar. Ama artık sadece doğa üstü varlıklar değildi tek korktukları. Diğer insanlardan da korkmaya başladılar. Kendilerini sınarları çizilmiş ülkelere hapsettiler. Burada parantezi kapatıyorum belki bu konuyu daha sonra yazarım tekrar.

Artık insanlar zombileri dışarıda bırakacak şekilde kendilerini yüksek duvarları arkasına kilitlemişlerdir. Artık korku biraz olsun hafifleyince insan gene tutkuları ile baş başa kalır.
Gene hiyerarşi oluşur gene alt tabaka en dipte üst tabaka en yukarda. Eşitlik biter. Sadece hayatta kalma mücadelesi insanları bir süreliğine eşitlemişti. Fakat “öküz öldü ortaklık bitti” misali dıştan gelecek tehlikeye karşı kendilerini güvencede hissetmeye başladılar mı ilk işleri içerde de DİĞERLERİ ile aralarına sınır çizmek olur. İlkel bir hiyerarşi.. sıralama şu şekilde olur : yöneticiler, bilim adamları, din adamları, savaşçılar, işçiler ve daha alttakiler. İşte bu en alttakileri anlatayım çünkü diğerlerinin görevleri az çok belli..

Efenim en alttakiler üsttekilerin oyuncağıdır, yemleridir, kuklalarıdır.

Virüse karşı ilaç geliştirmek için canlı denekler gerek, değil mi?
Savaşçıların avlanabilmeleri için bir yeme ihtiyaçları var, değil mi?
Din adamları “ sahte umut” dağıtacakları bir tebaya ihtiyaç duyarlar, değil mi?
Yöneticiler de eğlenmek isterler. Mesela arenada bir zombi ile dövüştüreceği “varlığı yokluğu bir” olan bir canlıya ihtiyac duyar, değil mi?

Elbette.. tüm soruların cevabı bu işte..

Ayrıca bu piramidin üstünde olanlar ani bir zombi saldırısında kaçabilecek zamana sahip olabilmek için canlı duvarlara da ihtiyaç duyarlar.

Velhasılı ben bu filmlerde en çok zombileri seviyorum. Böyle bir durumda gönüllü olarak kendimi ısırtırım. Sürekli korkmaktansa, korkulan olmak daha yeğdir.

Yürü yarı bilinçli bir halde ileri doğru marş marş..

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Orda Bir Ada Var Uzakta, İşte O Ada Benim

Uzun zamandır çalışan herkes gibi ben de emeklilik dönemlerimde dinlenmek ve sukunet isteyenlerdenim. Gürültü, teknoloji ile uzun yıllardır haşır neşir olmak ve kalabalığın içinde sürekli bir iğne tanesi olmak beni yordu. Evden işe, işten eve nadiren çık dışarı arkadaşlarla, alışveriş yap hayatım bu rutinde devam ediyor tıpkı herkes gibi.

Geçenlerde Handan’ ın asmalı ev hayalini okuyunca gözümün önünde istediği ev canlanıverdi. Anlıyorum onu.. deniz ya da göl istiyor durgun bir su görmek istiyor yani dinginlik istiyor hayatına. Yeşil renkler ağırlıklı istiyor çevresinde yani huzuru, barışı bulmak istiyor. Ve her şeyden güzeli sırtını salıncağa dayayıp tembellik yapmak istiyor.(aslında ben onun tembellik yapabileceğine inanmıyorum. Hamarattır o. Hiçbir şeyle uğraşmasa bile sebze, meyve yetiştirir bahçesinde. İlla ki bir şeyler ile uğraşmak ister o)

Ben de dün gece düşündüm bunu, hatta düşüncelerime kardeşimi de ortak ettim.

Ben asmalı ev ya da sahil kasabasında pembe pancurlu bahçeli bir ev istemiyorum. ben bir ada istiyorum şöyle 300 metre kare. Ada üstünde bir ev evin üç tarafı denize sıfır bir adette palmiyem olsun. (ıssız adanın sin qua non’ u palmiyedir)

Şimdi ben tembel biriyim, bahçe işinden hiç anlamam. Balıkçılık da yapamam korkarım bir kere böyle canlı canlı kımıl kımıl gördüğümde. Haliyle Pazar alışverişi için karşı adaya gitmem gerek. Kapı önünde herkes araba ister, ben sandal istiyorum. Motorlu olsun kürek çekmek derdim olmasın. Zira ben o kadar güçlü değilim.

Pazar alışverişine gideceğim ada muhakkak yakınlarda görebileceğim bir mevkide olmalı. Çünkü yön duygum yoktur. Sağ ve solu bile karıştırırken engin denizlerde kaybolurum ben. Sonra sandalım alabora olur. Yüzme de bilmiyorum ölür gider balıkları yemeği düşünürken onların öğle yemeği ben olurum.

Bu hayalleri kurgularken gece, aniden aklıma ne kadar bahtsız olduğum geldi. Malum kelepir bir ada bulmam gerek. Kalkıp ünlü film yıldızları gibi binlerce kilometre karelik yavru-kıta alamam. İşte bi palmiye birde ev sığacak. Üçyüz metre kare yeterli.

Ya bu kelepir ada yüzyıllardır uyuyan bir yanardağın krateri ise, Ya ben evimi yapıp yerleştiğim gece uyanmaya karar verirse?

Ya da benim kelepir adam bir atol ise.. ya bana onu gel-gitlerin git kısmında kakalamışlarsa?
Bir uyanıyorum ev yarıya kadar su ile dolu. Halılar, koltuklar, televizyon kitaplarım suyun altında..

Ya ben adama taşındıktan sonra minik bir tsunami adamı yerle bir ederse?

Ya komşu adanın halkı keçilerini benim palmiyem ile doyurmaya kalkarlarsa?

Ada sahibi olamadan sorunları beni buldu iyi mi?

Şimdi keçiler için çözüm, adamı çitle çevirmek bir de bayrak dikerim kimse giremez. Çit yetmez yahu.. dört metre uzunluğunda duvar ördüreyim. Duvar üstüne cam kırıklı beton, bir de elektrik verilmiş dikenli tel.

Atol adası veya krater olmadığını anlamak için ise, jeolojiden anlayan birkaç arkadaşa rica edip inceletmek gerek.

Yiyecek ve su sorununu herhalükarda çözdüm. Sandalım var, karşıda da bir ada var. (bu arada ada almak için tüm paramı bitirirsem ne yaparım bilemiyorum. Bu hayal ancak şöyle vücut bulabilir: adayı taksit ile alacağım, emekli maaşının yarısı takside kalan yarısı da ihtiyaçlara gidecek)

Kanapenin üstünde konuçlanıp tv karşısında geçireceğim kalan yıllarımı. Arada kalkıp internette gezineceğim, Cengo’ yla, Handan’ la, Camille ile, ailemle, kızımla chat yaparım.

-Arada gelin beni ziyarete! Palmiyemin altında rakı içeriz. Size Hindistan cevizi ikram ederim(yahu tadı hiç güzel değil) yok ben size portakal ikram edeyim.